ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2012 Pazartesi

Dr. Ohannesburg'un Güncesi: Gece 3'te Acil Serviste Açlıkla İmtihanım

Yine bir gün Melis ve arkadaşlarıyla eğlenirken. Ankara'da her gecemiz böyle geçerdi. Gençtik , Tıp Fakültesi'nde okuyorduk, her gün 10 saat dersimiz vardı ve okulumuz Temmuz ayında tatile giriyordu.Bizim böyle ortamımız olmayacaktı da kimin olacaktı!? 


Eğlencenin dibine vurup kahkahanın doruklarında gezdiğimiz her çılgın Ankara gecesinden sonra açlığımızı bastırmak için Gençlik Caddesi'ne Pikolet`in baharatlı kuzu barsaklarını yemeye koşardık. Bir yandan  "fransız usulu e.coli'de marine edilmiş jülyen doğranmış ileum"'larımızı yerken bir yandan da önceden alınan etanolün etkisiyle "ulan adamlar karşıya nöbetçi kokoreççi diye bi' yer açmış hiç  de müşterisi yok, hobi olarak kokoreççilik yapıyorlar herhalde ehe mehe" şeklinde düşüncelere dalardık.



Pikolet'e gittiğimiz gecelerin de bundan altta kalır yanı yoktu. Al pizzayı koy yerine kokoreçi aynen öyle. (Genç arkadaşlarım lütfen şunu unutmayın, hiçbir kız lezzetli bir kokoreçe hayır diyemez)

Dün acilde gece nöbetinde sıhhıye'ye kokoreç getirebilen tek yerin Nöbetçi Kokoreç oldupunu öğrenince gözümüzdeki değeri 10 kat arttı adeta 3. gözümüz açıldı, aydınlandık. Meğer adamların misyonu, kokoreçin henüz ulaşamadığı, modern toplumun kenara köşeye attığı izbe hastanelerdeki nöbetçi doktorlara dahi kaliteli yiyecek ulaştırmakmış. Birer yarım acılı yiyip kendimize geldik ve iş verimimizi artırdık. Kendilerine Tıp Bilimi'ne yaptıkları bu katkıdan dolayı şükranlarımızı sunuyoruz.

Acil Durumlar İçin Nöbetçi Kokoreççi'nin numarasını da vermeyi unutmayalımm 0312 212 55 55. Son numarayı 5 yerine 1 yaparsanız Bahçelievler'de bir kız yurdu çıkıyor, bu da yurdum gençliğine benden bir kıyak olsun.

Bir başka yazıda görüşmek üzere.

Mutlu Son

Share:

3 Haziran 2012 Pazar

İçimde mis kokulu kızıl bir gül gibi duruyor zaman


HAYATA DAİR SAÇMALAMACALAR VOL9:

"İçimde mis kokulu kızıl bir gül gibi duruyor zaman"


Bugün 3 Haziran. Kurtuluşun sabırsız ağaçları, yeşilin en telaşlı tonunda, gecikmiş bir baharı yaşıyor. Dikkatli dinlerseniz kuşların çığlıklarını duyabilirsiniz, cebecinin beton yalnızlığının arasına serpilmiş ağaçlarının dallarından. Doğru basılmış notalarla yükseliyor rüzgar bugün, 50.Yıl Parkından Mamak'a doğru, hafif ve huzurlu. Bulutlar yine yerlerini almaya başladılar. Bugün Ankaralılar için Vivaldi'nin ilkbaharını çalacaklar gibi gözüküyor. Sokaktan yine aynı sesler yükseliyor. Çocuklar değişiyor, kaldırımlar değişiyor, oyunlar değişiyor, binaların dışları, içleri değişiyor, sokak lambaları değişiyor, asfaltlar değişiyor ama sesler hep aynı kalıyor. Yönetimler değişiyor, yönetenler değişiyor, yönetilenler değişiyor, yöntemler değişiyor, çığlıklar değişiyor, hüzünler değişiyor, umutlar değişiyor, beklentiler değişiyor, mutlu eden şeyler değişiyor, “boğazlanan bir çocuğun kanı gibi” akıyor zaman ve hep birşeyler değişiyor. Ama değiştirilemeyecek birşeyler kalıyor hep. Mesela güneş değişmiyor, yeşil değişmiyor, mavi değişmiyor, yağmur, bulut, deniz, özlem, umut değişmiyor. İnsana dair birşeyler hep aynı kalıyor. Doğaya ait birşeyler hep aynı kalıyor. Bugün yine 3 Haziran. Takvimin icadından beri yaşanan bu tarihte aynı kalan birşeyler var hep. O değişmeyen özü görebilen bazı insanlar geliyor zamanın bir yerinde ve bunu anlatıyorlar insanlara. Şiirlerle, şarkılarla, resimlerle, hikayelerle anlatıyorlar. Çoğu zaman anlamıyor insanlar onları. Ama onlar ölümsüzlüğe erişiyorlar, zamanın çok ötesinde hep yaşamaya devam ediyorlar. Yıllar sonra bile aynı hissi, zamanın bir yerinde, en ihtiyacı olan insanlara, en ihtiyacı olduğu zamanda hissettirebiliyorlar. Onlar ağacın yeşilinde, gökyüzünün mavisinde, yağmurun kokusunda, denizin sesinde, insanın duygularında yaşıyorlar. Ankara bugün de, her gün olduğu gibi, yine Nazım Hikmet'i yaşıyor. İşte bunu kimse değiştiremez.
Share:

27 Mayıs 2012 Pazar

Bir Bahar Sabahı Rüyası

HAYATA DAİR SAÇMALAMACALAR VOL8:

Bir Bahar Sabahı Rüyası



Bugün sıradan bir hafta sonunu birlikte yaşayacağız. Bugün çok zorda kalmadıkça düşünmek yok. Hadi düşündük diyelim, bu düşünceyi, aklımıza takılan sorunlar ve buna yönelik sorularla ilerletmek, fikir yürütmek, kendi içimizde tartışıp, çıkmaz bir yere gelince bunalmak, “bulantı”lara kapılmak yok. Bugüne, tatlı bir mayıs sıcağında, güneşli bir güne uyanmış olmanın ruh haliyle başlıyoruz. Önce uyanıp bir süre gözlerimizi açmadan dün gece hayatımızı nerede ve hangi ruh hali içinde geçici olarak bıraktığımızı hatırlayıp, mutlu bir gülümsemeyle gözlerimizi açıyoruz. Bir süre saatin kaç olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz, daha sonra bunun bir önemi olmadığı sonucuna varıp, yatakta sağa sola dönüp uyanma sesleri çıkararak gerinip, yatağa oturuyoruz. Sonra kalkıp perdeleri açıyoruz ve güneş ışıkları perdenin arkasında saatlerdir beklemenin verdiği sabırsızlıkla odanın içine hücum ediyorlar. Yüzümüze çarpan o sıcaklık, içinizi daha da ısıtıyor. Sonra pencereyi açıp, sabahın en taze saatlerinin hafif serinliğini tenimizde hissediyor ve biraz ürperiyoruz. Masanın üzerinde duran bilgisayarın açma tuşuna basıp, yüzümüzü yıkamaya gidiyoruz. Döndüğümüzde açılmış olan bilgisayardan önce “Marissa Nadler - Famous Blue Raincoat” daha sonra da “Evgeny Grinko – Waltz” parçalarını dinliyoruz. Müziğin sesi kapakları patlamış bir barajın güçlü ve yoğun suları gibi evin içinde dağılıyor. O yoğunluğun içinde yüzercesine mutfağa gidiyoruz. Hemen sert bir kahve yapıyoruz kendimize. Sonra salona geçip rahat koltuğumuza kurulduğumuzda, sağımızdaki masada duran, dün gece okurken uyuyakaldığımız kitabımızı görüyoruz. “Jean-Paul Sartre, BULANTI”. Dün bizi çok etkileyen bölümü bulup tekrar okuyoruz. “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada olmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen ben'im. Bir roman kahramanı gibi mutluyum.” “Düşünmek yok” diyor iç sesimiz. Evet bugün düşünmek yok. Sadece, sakin bir ırmağın yüzeyine düşmüş bir yaprak gibi, akan zamanda sürüklenmek var. Bugün, sadece yaşamak var. Hiçbir şey yapmadan, en yalın haliyle yaşamak. Yarına ait sorumlulukların verdiği yükü hissetmeden, sadece saatin saniyelerini dinleyerek, zamanı en minimal halinde hissederek, kum saatinin dökülen küçük kum tanelerinin her birini hissedercesine (sanki her biri Newton'un kafasına düşen elmaymışcasına) sadece bu anı yaşamak var. Kitabı kapatıyoruz. Kahvemizi yudumluyoruz. Kahve bitene kadar, önce “Sade- Smooth Operator”, sonra da “Shivaree - Goodnight Moon" çalıyor evin içinde. Sonra, deniz kenarında bir yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Kahvaltımızı da denize karşı simit ve çayla yapma fikri de şimdiden heyecanlandırıyor bizi. Birden giyinmiş olarak deniz kenarında yürürken buluyoruz kendimizi. Martıların ve dalgaların sesi, doğanın şimdiye kadar bestelemiş olduğu en güzel senfoni gibi geliyor bize. Yanlış zamanda basılmış birkaç nota gibi gelen otomobil sesleri bile bu güzelliği bozamıyor. Denizin serinliği içimizi ürpertiyor. Sonra deniz kenarına dizilmiş hasır taburelerden oluşan minik ve şirin bir çay bahçesine oturuyoruz. Daha biz siparişi vermeden simit ve çayımız geliyor. Simitin sıcak ve gevrek oluşu ve çayın yeni demlenmiş tadı, deniz kokusuyla birleşince dünyanın en lezzetli kahvaltısı oluyor bir anda. 



Biz keyifle kahvaltınızı yaparken gökyüzünü yaran çok şiddetli ve doğaya aykırı bir melodi duyuluyor birden. Sanki kimse duymuyor bunu. Etrafımızdaki herkes sakin ve mutlu halini koruyor. Sonra gözlerimizi açıyoruz. Yatağımızdayız. Çalan saatin alarmını refleks olarak binlerce sabahtır yaptığımız gibi tek hamlede kapatıyoruz. Soğuk ve bulutlu bir mayıs gününde, Ankara'nın gri bir sabahına uyanmışız. Bizi bekleyen sorumlulukların yükünü, üzerimize oturmuş bir su aygırı gerçekliğinde hissediyoruz. 

Peki, yaşadığımız hayat, gerçekten yaşamak istediğimiz hayat mı? "Bu gün soru yoktu hani" diyeceksiniz. Haklısınız. Bu sefer aklıma gelen tüm soruları değil, ilk soruyu sorup bırakıyorum. Umarım kafanızın içinden sorular hiçbir zaman eksik olmaz ve umarım bu soruların hepsine içinizi rahatlatan cevaplar bulursunuz sevgili okurlar. Havaya gelice, "havalar nasıl olursa olsun, yeter ki sizin havanız iyi olsun".

Share:

26 Mayıs 2012 Cumartesi

SAHTENİN HÜZÜN YETENEĞİ

HAYATA DAİR ŞİİRLER VOL4:


SAHTENİN HÜZÜN YETENEĞİ

Her şeyin sahtesi hüzün verir insana.
Çünkü gerçeğini özletir.
Ankara’da bir Mısır Çarşısı örneğin,
İstanbul'dakini hiç görmeyene bile
İstanbul’dakini özletir.
Veya duvara asılmış bir Eiffel Kulesi fotoğrafı mesela,
Hiç bakmamış olsan da Eiffel yüksekliğinden dünyaya,
O yüksekliği özletir sana.
Her şeyin sahtesi hüzün veriri insana
Çünkü asla gerçeğinin yerini tutamaz.
Ankara’daki Eylül örneğin,
Dünyanın hiçbir yerinde yaşanamaz.
Vivaldi’nin Sonbaharı bile Ankara’nın Eylül’ünü anlatamaz.
(Vivaldi eğer Ankara’da yaşasaydı, beşinci mevsimini Eylülde bestelerdi)
Güvenpark’ın sararan yaprakları mesela,
Dünyanın hiç bir ağacı o tonda sararamaz.
Yaz güneşi bile o sonbahar Ankara’sında
Sımsıkı sarıldığın kabanının yerini tutamaz.
Hiç bir kestane mesela, kar altında, Kuğulu Park’taki kadar
Lezzetli olamaz.
Ve hiçbir yağmur
Şemsiyesiz bir Tunalı akşamındaki kadar
İnsanı ıslatamaz.
Her şeyin sahtesi hüzün verir insana
Ve hiçbir hüzün Ankara’daki kadar gerçek olamaz.

Share:

7 Mayıs 2012 Pazartesi

HERŞEYİN YAKIŞTIĞI ŞEHİR

HAYATA DAİR ŞİİRLER VOL1:


HERŞEYİN YAKIŞTIĞI ŞEHİR

SONBAHARLARI HÜZÜN YAĞARDI,
ANKARA'NIN MEMUR SAĞDELİĞİNE.
HEP GEREKSİZ BİR TELAŞLA DÖKÜLÜRDÜ,
AĞAÇLARIN SARARAN YAPRAKLARI

BEN İLK ANKARADA ÖĞRENDİM,
RAKIYA EN YAKIŞAN MEZENİN ŞİİR OLDUĞUNU
VE HER ŞİİRİN DE BİRAZ SÜRGÜN KOKTUĞUNU.

BAZEN ESKİ BİR TREN VAGONU,
BAZEN DE BİNALARIN AZALAN GÖSTERİŞLİ KAT SAYILARI GÖTÜRÜRDÜ İNSANI
ŞEHRİN SAĞANAK ACILAR YAŞANAN,
VAR OLUŞ MÜCADELESİ VEREN KÜL RENGİ VAROŞLARINA.

BEN İLK ANKARADA ÖĞRENDİM,
KİMİ KISA GİBİ GÖZÜKEN MESAFELERİN
ASLINDA ULAŞILMAZ OLDUĞUNU.

NE ZAMAN PAZARLARI ANKARAYA KAR YAĞSA,
İSYANKÂR BİR BEYAZLIĞA BÜRÜNÜRDÜ ŞEHİR
VE KARDA AÇAN “KAN GÜLLERİ”Nİ GÖRÜRDÜM.
PARÇA TESİRLİ ACILAR YAŞARDI OCAK AYLARINDA ANKARA.

BEN İLK KEZ ANKARADA GÖRDÜM,
TEK BİR MUM ALEVİNİN,
DERİN KARANLIKLARA MEYDAN OKUDUĞUNU.

YEŞİLİN EN YORGUN TONUYLA,
GÜVERCİNLERİN KANATLARINDA GELİRDİ BAHARLAR ANKARAYA.
GÜNEŞİN SAHTE GÜLÜCÜKLERİNE ALDANIRDI,
AĞAÇLARIN YEŞERMEYE HAZIR SABIRSIZ YAPRAKLARI.

BEN İLK ANKARADA GÖRDÜM,
BETONDAN BİR KENTİN
BİR BAHAR GÜNEŞİYLE ÇİÇEK AÇTIĞINI.

BİR ŞEHİR ANCAK BU KADAR HAKEDEBİLİRDİ DENİZİ.
BİZSE HAVUZ SIĞLIĞINDA GİDERİRDİK,
MAVİYE OLAN ÖZLEMİMİZİ.
Share:
Scroll To Top