cam fanusa karışan okyanus suyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cam fanusa karışan okyanus suyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2012 Pazartesi

CAM FANUSA KARIŞAN OKYANUS SUYU

HAYATA DAİR SAÇMALAMACALAR VOL:15

 



 Perdeleri sımsıkı çekilmiş havasızlık kokan küçük bir odada, kendi içine hapsetmişti kendisini. Dışarının güneşli olması, gündüz ya da gece olması onun için sadece perdelerin arkasından belli belirsiz hissedilen bir ışık huzmesinden ibaretti. Kendi dünyasının sınırsızlığını başka dünyalarla sınırlamamak içindi belki, belki de başka dünyaların varlığına kapılıp kendisinden uzaklaşmaktan korktuğu içindi bu hapsediliş. Yatağa uzanıp terden nemlenmiş yastığının ıslaklığını boynunda ve ensesinde hissederken, kendi kokusunun onda uyandırdığı güveni, yastığın tamamen ona ait oluşundaki garip iç huzuru hissetti. Yıkanmış temiz bir yastık kılıfı olsa, o yastık onun olmaktan çıkacaktı sanki. Herkesin o yastığa sahip olabilme ihtimali olacaktı. Yatağında uzanırken odasının duvarlarında asılı olan posterlerine, tavanın dökülen sıvasına baktı bir süre. Odasının dağınıklığındaki düzene hayran kaldı yine. Yaşanmışlıklarını taşıyan, dağınıklık gibi gözüken bu anılar yığınının, sadece ona ait oluşuna, sadece kendi görebileceği ve hissedebileceği anlamlar taşıyor oluşuna büyük bir zevk alarak baktı bir süre. Gözlerini kapattı. O odasının hapsedilmişliğine sığamayan zihni şehrin üstünde yükseldi yavaşça. Şehre karanlık bulutlar çöküyordu. Etkileyici bir filmin en can alıcı yeri olan final sahnesinde, volümü artan müzikle birlikte kapanışın haberini vermek için gelmişlerdi sanki. Islak ve soğuk bir görüntü kaplamıştı şehri. Evinin sıcaklığında, pencereden dışarı bakan insanlar için bile üşütücüydu bu. Herşey yaşıyordu şehirde. Çatıdaki kiremitler bile kişiliği benzemeyen ama görünüş itibariyle birbirinin aynı olmak zorunda kalmış, aynı kıyafetlere sokulmuş tek yumurta ikizleri gibiydiler. Ama her birinin yağmurdan ıslanışı ve güneşte parlayışı farklıydı. Evlerden birinin balkonundaki çanak antene takıldı gözleri. Antenin duruşu, sanki ilk bu balkona koyulduğu dönemlerde güneşe, yağmura, karın soğuk ağırlığına, rüzgara karşı verdiği mücadeleden bıkmış, yerini sorgulamayan bir dinginliğe bırakmış haldeydi. Gençliğinde, sorunlara çok kafa yorup mücadeleler vermiş, ama çabasının bir işe yaramadığını düşünüp vazgeçmiş, bilmem kaç kuşağı çanak antenlerden biri gibiydi. Uzaydan gelen sinyallerin ekranda hayat buluşundaki mucizede değildi onun kafası. Cep telefonundan mesaj bile çekemeyen teknolojiyi hiçbir zaman hayatına sokamamış bir kuşağın üyesi olmaktan memnundu. Belki de karşı çatıdaki çanak antenle çay içip memleketin hali geyiği yapardı kahvede, kurtulabilseydi balkon demirine sımsıkı bağlanan sapından. Arkasındaki tahta dolapla hiçbir zaman samimi olamamış iki mesai arkadaşı gibiydiler. Araları da kötü değil ama birisi bir adım atıp da samimiyeti ilerletememişti yıllardır ve öylece kemikleşmişti aralarındaki duvar.
Şehri kül rengi bir duman kaplamıştı. Sarma cigaradan alınan derin bir nefesin yavaşça dışarıya bırakılışındaki acı duman gibi yükseldi bacalardan sonbahar. Şehri geride bırakıp yükselmeye devam etti küçük bir odada bedeni bir yatağa uzanmış olan çocuğun zihni. Yükseldikçe yok oluyordu yavaş yavaş herşey. Önce kendisini kaybetti gözden, sonra evini, şehrini, ülkesini, toprağı kaybetti, sonra okyanusları kaybetti, küçülerek anlamını yitiriyordu hayatındaki tüm yıkılmaz gibi görünen sınırlar. Göremediği sınırlarını da farketti yükseldikçe. Zihni dünyanın etrafını kaplayan berrak bir nehre damlayan su gibi karıştı sonsuzluğun enginliğine. Sanki her düşünceye, her olaya, her insana, her yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olana erişebilirdi artık. Hepsi aynılaşıyordu bulunduğu yerden bakınca. Tek bir rengin hakim olduğu berrak bir sonsuzluk gibi net ve aynıydılar. Çocuk gözlerini açtı. Tavanı izledi yine bir süre. Sonra yatağa oturdu. Odasına baktı. Aynı huzuru vermedi odasındaki o yaşanmışlıkların ve dağınıklığın görüntüsü. Bütün sınırların arkasını görmüştü artık. Hiçbir sınır onu sınırlayamazdı. Kendi sınırsızlığını sığdıramazdı artık sınırlıların dünyasına. Küçük fanustaki balık, okyanusa düşmüştü bir kere. Suyuna karışmıştı okyanusun suyu. Dönemezdi artık evin herhangi bir köşesindeki o sınırsız sandığı küçük fanusuna. Ayağa kalktı. Hızla eridi etrafındaki herşey. Ufukta hiçbirşey görülmeyen sonsuz bir maviliğin içinde hissediyordu kendini. Daha mutlu ya da daha mutsuz hissetmiyordu çocuk. Belki aynı sıradan hayatına, aynı şekilde devam edecekti yine. Perdeleri çekili evinde kendi içine hapsoluşu sürecekti belki ama hiçbir şey asla eskisi gibi olamazdı artık onun için. Cam fanusa okyanus suyu karışmıştı bir kere. 

 
Share:
Scroll To Top