Sessiz gecenin içinden eve doğru
yürüyorum. Sokakta sadece adımlarımın ritmik sesi ve uzaktan
geçen arabaların belli belirsiz homurtuları duyuluyor. Sokak
lambalarının yorgun ışıklarıyla, yeni uykuya dalmış asfaltın
uyumunu hep sevmişimdir. Bir anne şefkatiyle
asfaltın uyuyuşunu izler sanki sarı sokak lambaları. Yürürken ancak çok
yaklaşınca farkedebildiğim, aniden orada varoluşmuş gibi beni
korkutan, iki sokak lambasının arasında, en ışıksız yerdeki
kaldırımın kenarına oturmuş bir adam görüyorum. Yaklaştıkça
onun farkedilmeyişinin oraya aitliğinden kaynaklandığını
anlıyorum. Kaldırımın o köşesi o anda onun oraya oturması için
yapılmış sanki. Kaldırımın tüm parçaları, kumu, harcı, taşı
o anın sabırsızlığıyla beklemiş hep. Elinde tuttuğu o sigara
tekinin o nefesi, o anda, o adam onu içine çeksin diye varolmuş, yıllardır
ciğerleri o anda gelecek o nefesi beklemekte sanki. Ayaklarının
yanında ne kadarı içildiği anlaşılmayan bir bira şişesi
duruyor. Milyonlarca kullanılmış cam şileyi toplayan eller o adam
için çalışmış ve o şişelerin geri dönüşümünden yapılan
bu şişeye doldurulan biranın o 500cclik kısmı o adamın kanına
karışmak için üretilmiş. Yanından geçerken göz göze
geliyoruz ve o adam oluyorum birden. Elimdeki sigarayı ciğerlerime
çekerken 30 paket yıllık bir birikimle öksürüyorum. Biradan
aldığım son yudumun tadı hala damağımda. Elimde biranın ıslak
ve soğuk şişesini hissediyorum. Ellerime bakıyorum. Ellerim
şehrin çöpleriyle kararıyor. Karşımda gün boyu topladığım
çöpler duruyor. O alışmışlıkla biramı bitirip, her gün olduğu
gibi düşünmeden ayaklarımın götürdüğü sokaklara doğru
yürüyorum. Hangi sokağın neresinde çöp yığınlarının beni
beklediğini, o çöplerde neler bulacağımı, hayatımdaki herşeyden
daha net biliyorum. O çöp yığınlarını alışık olduğum
hareketlerle karıştırmaya başlıyorum. Hiç düşünmeden ellerim
önce görünen şişeleri topluyor, sonra da kapalı poşetleri şişe
bulma ümidiyle açıyor. Gözlerim camın sokak lambasındaki
parıldamasının verdiği o alışılmış görüntüyü arıyor.
Vücudumdaki ağrıları ve belimin yorgunluğunu hissetmiyorum bile.
Düşününce farkedebiliyorum ancak. Çöpten çöpe yavaş yavaş
gözden kayboluyorum, sokağın köşesindeki varoluşumdan habersiz,
kendi varoluşuma dalıp gidiyorum. Sokağın sessizliğiyle
sarılıyor zihnim yeniden ve kendi seslerinde boğuluyor beynimdeki
sözcükler. Biryerlerde birşeyler sürekli varoluşmaya devam
ediyor. Sineğin cama defalarca kez kafasını vurup, yılmadan her
seferinde bunu ilk kez dener gibi tekrarlaması, kuşların
milyonlarca kez yorulmadan inip çıkan başları, bıkmadan rüzgarda
sallanan yapraklar, kaldırımların sıkılmadan hareketsiz duruşu,
hergün işten eve aynı saatte gelen adam, evi hergün temizleyen ve
yemek yapan kadın, usanmadan ağlayan çocuk, renginden hiç
sıkılmayan ağaç, midesi hiç bulanmadan milyonlarca kez dönen
tekerlek, hepsi sabırla bir yerlerde varoluşmayı sürdürüyor.
Beynim sabırla ve bıkmadan düşünmeyi sürdürüyor. O kadar
karmaşıklaşıyor ve beni bunaltıyor ki beynim, kafamın gittikçe
ağırlaştığını, taşıyabileceğimden çok düşündüğümü
hissetmeme rağmen, bu düşünce yığınını boşaltmaya yetmiyor
hiçbir zihinsel mastürbasyon. Ne zaman yok olur insan, ne zaman
düşünmeyi bırakır. İlk kez karanlık bir rahmin derinliklerinde
mi düşündük ya da düşünüyorduk da bir bedene mi büründük.
Düşünceler yok olur mu. Yoksa görüntü ya da ses gibi sonsuza
kadar var mı olur. Yok olursa niye düşünüyoruz ki. Sonsuzluk
için mi düşünür insan, yok olduğu söylense durur mu tüm
sinaptik iletileri beynin. Yürümeye devam ediyorum sokakta. Caddeye
yaklaşıyorum. Karşıda kapanmış dükkanların gece bekçisi
ışıkları yolu aydınlatıyor. Sağımda belediyenin kaybolmasın
diye üzerine ismini yazdığı çöp tenekesi duruyor. Belki de
şahsa ait çöp tenekeleriyle karışmasın diyedir bu sahipleniş.
Dev sokak çöp tenekesi alıp onu sokağına koyan, sonra da her gün
düzenli olarak onu şehir çöplüğüne boşaltan insanlar olmasa,
böyle bir şey yapmazdı belediye de elbet. Belki de rakip
belediyeler çöp çalıyordur sokağımızdan. Bilinmez. Caddeye
yaklaşıyorum. Trafik ışıkları bıkkın sarı renklerinde yanıp
sönüyor. Bu uyarı gecenin olduğunu ve artık sokakta olan
arabaların kırmızıyı hakedecek kadar bile çoğunlukta
olmadığını, anca sarıya değer görülen azınlıklar olduğunu
gösteren bir işaret. Karşıdan karşıya geçerken, karşıdan
gelen arabanın şoförüyle göz göze geliyorum ve birden o
arabanın şoförü oluyorum. Yorgun ve bıkkınlıkla bakıyorum
karşıdan karşıya geçmek için bekleyen kendime. Önüme çıkıp
çıkmayacağımı kestirmeye çelışıyorum. Sonra bekleyeceğimi
anlayınca gaza basıp yoluma devam ediyorum. Eve gelip terliklerimi
giyip, yemeğimi yiyip, televizyonun karşısında nasıl
uyuklayacağımı düşünmeden, bunun kesinliğini biliyorum. Bu
kesinliğin garip huzurunu hissediyorum içimde. Farklı bir şey
olup olmayacağını, olmasını isteyip istemediğimi bile
düşünmüyorum. 10 yıllık bir alışkınlıkla sürüyorum
arabamı. Nereye gitmem gerektiğini sorgulamıyorum bile. Yollardaki
yavaş değişimi hayrete uğramadan sindiriyorum. Hayatımdaki yavaş
değişimleri de (yeni bir dizinin onlarca reklamla başlaması,
biraya öngörülen zammın gelmesi, ayakkabılarımın yavaş yavaş
eskimesi ve yeni bir ayakkabıya ait fikrin beynime yerleşmesi) aynı
soğukkanlılıkla sindiriyorum. Zamanı yavaş yavaş sindirip, her
gece uyumadan önce odanın karanlığına dışkılıyorum. O
pisliğin içinde dakikalarca yatakta dönüp uyumak için
çabalıyorum. Döndükçe kendi pisliğime daha da batıp, bu
sıkıntının içinde, gecenin bilmediğim bir zamanında
uyuyakalıyorum. Sabah, 10 yıldır işittiğim o çalar saatin
sesiyle aynı yorgunlukta uyanıp, yine kendimi yineliyorum.
Yineledikçe yeniliyorum. Sonra boş yoldan karşıya geçiyorum.
Birden nereye gitmem gerektiğini, ne yaptığımı, hatta kim
olduğumu unutuyorum. Bilmemenin çaresizliğini yaşıyorum kısa
bir süre. Tekrar kendime geliyorum ve yineleyişlerin yenilişinde
huzur buluyorum.