21 Mayıs 2019 Salı

ZAMANSIZ

       



       Son dakika haberlerine çıkan yetkili olduğu düşünülen siyah takım elbiseli bir grup insandan bir tanesi açıklama yapıyordu. İlerlemekte olan zamandan, kaza olduğunu düşündüğümüz bir nedenden dolayı düşen şahsı arama ve kurtarma çalışmaları halen sürmektedir. Düştüğü zaman dilimini 48 saat gibi küçük bir alana kadar indirgedik. Gerekirse ekiplerimiz hiç uyumadan bu 48 saati saniye saniye tarayıp, nerede bir açık olduğunu bulacaklar. Belki bu açıklığa düşen başka vatandaşlarımız da olmuş olabilir. Tabi bunların hepsi şu an için varsayım. Halkımız bilmelidir ki tedirgin olunacak bir durum yok. Biz konuya tamamen hakimiz ama şu an için halka bildiklerimizi açıklamamız olayın selameti açısından uygun değildir. Arkadaşlarımız ellerinden geleni yapıyor. Halkımızı sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum
       
       Bu açıklamadan yaklaşık olarak bir ay önce, bir sabah iki saniyenin arasına düşmüştü. Ne geçmişteydi ne de gelecekte. Şu anda da değildi aslında. Bulunduğu yeri anlatabilecek bir zaman yoktu henüz. Zamandan düşmeyi başaran ilk insandı. Şimdiye kadar zamanın düşülebilen bir şey olduğu bilinmiyordu. Sonuçta bir boyuttu o da. Mantıken düşülebilmesi gerekiyordu ve düşüldü. On binlerce yıldır milyarlarca insanın başaramadığı bu sakarlığı, o hiç zorlanmadan başarmıştı. Hiç bir çaba harcamadan, kendiliğinden kolaylıkla olan zamanda ilerleme eylemini bile becerememişti. 

       Sabah saati ilk olarak 7.30da çalmıştı. O da erteleye erteleye 8.00'a kadar gelmişti. Son ertelemesinde bir daha uyuyakalmayacağından o kadar emindi ki saatin alarmını tekrar kurmadan yatakta gözünü kapattı ve kendiliğinden uyandığında saat 08.22'ydi. O da yine geç kaldığını fark edip büyük bir panikle yataktan fırladığında zaman 08.22nin 32. saniyesindeydi. Fakat bu fırlama şimdiye kadar hiç bir insanın başına gelmeyen bir dengesizlikte olmalıydı ki 08.22'nin 33. saniyesine ulaşamadan zamandan düştü. Fiziksel bir düşme olmadığı için ne olduğunu önce anlayamadı. Bir süre sonra da zaten işe geç kaldım diyerek anlamaya da çalışmadı. Zamansızlık çok garip bi'şeydi. Bulunduğu yer yine eviydi sanki. Ya da değildi. Eşyalar aynı anda ya da sırayla bir çok yerdeydi. Aynı eşya aynı anda hem çok yeni hem de çok eskiydi. Mesela tutunmaya çalıştığı yatağın köşesi aynı anda hem yanında hem de karşısındaydı. Aynı yatağın köşesi ara ara da başka yerlerdeydi. Hepsi de farklı yıpranmışlık ve renk tonundaydı. Zaten tutunmayı düşünüp elini hareket ettirmeye çalıştığında eli zaten gidip gelmiş bir daha gidiyor ve aynı anda hem de gelmiş oluyordu. Eli sürekli değişiyordu. Bir bebeğin eli ya da yaşlı buruş buruş bir el de olabiliyordu. 

       Bu durumunu ilk fark eden evine iki gün sonra gelen temizlikçi kadın oldu. Islık çala çala salondan çalışmaya başlamıştı. Bir kaç saat sonra yatak odasına gelince yerde yatan bazen bir bebek bazen bir yaşlı adam bazen de kim olduğunu tanıdığı evin sahibi görünümlü tuhaf şeyi görünce “abovv” diye bağırarak süpürgenin sapıyla onu dürtmeye çalıştı ama başaramadı. O da bi'şeyin ona yaklaştığını anlayınca konuşmak istedi. İlk ne söylemek isteyeceğini düşünürken ağzından “BAaanaedIiiInnNN” gibi aynı anda tüm sözcüklerin üst üste bindiği bir kaç farklı ses tonunun aynı anda çıktığı garip bir şey çıktı. Temizlikçi kadın daha da korkup bağırarak kaçtı. İlk olarak itfaiye, polis, ambulans geldi. Durum anlaşılamayınca sırayla bürokrasi basamakları tırmanılarak daha yetkili olduğu gelişlerinden belli olan insanlar geldi. Hiç birisi bu duruma bir anlam veremedi. Basın içeri alınmıyordu ama basına görüntüler sızmıştı. Bu görüntülerden de bi'şey anlaşılamıyordu. Ortada bir renk kusmuğu var gibiydi. Sonra din insanları çağrıldı. Önce “üç harfli” denildi. Sonra ”yok yok yeni bunlar beş harfli” diyenler oldu. Bu renk kusmuğuna dualar okundu, kurşunlar döküldü, muskalar yazıldı ama bir faydası olmadı. En son renk kusmuğunun imansız olduğu için bir fayda görmediğine kanaat getirilerek olay dini açıdan kapatıldı. Birileri tarafından günler sonra bilim insanlarına haber vermenin mantıklı olacağı düşünüldü. Bir sürü bilim insanı geldi. Yurt dışından ve yurt içinden onlarcası geldi. Bu renk kusmuğuna değişik dalga boylarında ışıklar gönderildi, sesler gönderildi, değişik zaman ölçerlerle deneyler yapıldı. Bunun bir zamandan düşme olabileceği söylendi ama neden ve nasıl olduğu bulunamadı. Bunlar anlaşılamayınca kurtarmak için de haliyle bir şey yapılamadı. Bu esnada ülkede komplo teorileri üretildi. Bu renk kusmuğunun amerikan deneyi olduğu söylendi. Gelecekten haber vermek isteyen bir vatansever olduğu söylendi. Hatta bir gece eve zorla girip bu renk kusmuğuna ateş etmek isteyen bazı gruplar bile oldu. Internet üzerinden renk kusmuğuna kutsal gözüyle bakan radikal gruplar bile örgütlendi. Renk kusmuğunu dış güçlerin oyunu olarak gören milliyetçi gruplar ile onu gelecekten gelen bir vatansever olarak gören milliyetçi gruplar arasında çatışmalar bile yaşandı. Bu durum bazı kesimlerin mizah aracı da oldu. “ bu zamansız gidişi bizi çok üzdü” “zamanını boşa harcadı” “zaman zaman aklımıza geliyor” “zamanı olsa da gelse epeydir göremedik” gibi bir çok espri ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu olayı anlatan en iyi karikatür yarışmaları yapıldı. Renk kusmuğu hakkında skeçler yazıldı. Reklam malzemesi olarak da kullanıldı. ”X marka saatleri kullanın, zamansız kalmayın” gibi reklam cümleleri yazıldı. Dünyaca ünlü bir saat markası, kurtulması halinde ona en pahalı saatlerinden hediye etme sözü verdi. Siyasiler seçim zamanlarında kusmuğu ziyaret edip, meydanlarda halka onunla konuştuklarını ve onun ülke geleceğinin kendilerine oy vermelerine bağlı olduğunu söylediğini bile söylediler. 

       Bunlar yaşanırken aylar geçti. O renk kusmuğu soluklaştı ve yok oldu. Zamandan düştüğü gibi ülkenin gündeminden de düştü. O, ne kadar zaman geçtiğinin farkında bile değildi tabi ki. Şu anki durumunun yıllardır yaşadığı hayattan çok da farklı olmadığını fark edip, çabalamaktan vazgeçeli çok olmuştu. Her gün yaptığı gibi hareketsiz yatıp gözlerini kapattı ve bekledi. Ne kadar beklediğinin farkına varamayınca, beklemek de beklemek değildi aslında bir nevi yola devam etmekti. O da yoluna devam etti. Unutulmaktı belki de zamandan düşmek. Unutulan anılar ya da olaylar da aslında zamandan düşüyordu. Onun zamandan düşüşü çok zamansız olmuştu sadece. Şimdi nerede olduğunu o da bilmiyor. Belki de bir toplumun hafıza çöplüğünde yüzüyor. 
Share:

23 Eylül 2017 Cumartesi

Foo Fighters'ın Evrimi

Foo Fighters'ın yeni albümü "Concrete and Gold"'u az önce dinledim. Yılların rock grubu bu albümde; Adele, Sia gibi son dönemin ünlü pop müzisyenlerinin yapımcısı Greg Krustin'le çalışmış, buna rağmen ortaya yine ezber bozmayan(!) bir FF albümü çıkmış. 90'lardan bu yana bir şekilde gündemde kalmayı başaran grubun kuruluş öyküsünden kısaca bahsedip yeni albümle ilgili genel izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.


                   
1992: Saturday Night Live -  Nirvana Gitar&Vokal: Kurt Cobain / Bas Gitar: Krist Novoselic / Bateri: Dave Grohl



Grubun kurucusu Grohl yıllar içerisinde farklı evrelerden geçerek popüler kültürdeki yerini sağlamlaştırdı. Onu son dönemde temsil ettiği tarzın popüler kültürdeki temsilcisi olarak takip etmeye alıştık. Bir Hollywood müzikalinde karanlıklar lordu rolünde, bir belgeselde yönetmen koltuğunda ve TV'de "Kırılan bacağına rağmen sahne şovuna devam eden tuhaf müzisyen" başlıklı haberlerde gördük. 



2015: Sahneden atlayıp ayağını kıran Dave Grohl tıbbi müdahale sornası konsere devam ediyor. 

Elektronik müziğin tahtını giderek sağlamlaştırdığı, müzikte notaların geri plana itilip ritmin ön plana geçtiği son yıllarda, rock elçisi rolüne bürünen Dave Grohl'ün, bir yandan temsil ettiği müzik türünün köklerine bağlı kalıp diğer yandan popüleritesini koruma çabası takdire şayan. Gelin bunu nasıl yapıyor kısaca göz atalım.

Hikayeye 1994'ten başlamak yerinde olur. Dönemin popüler grunge grubu Nirvana'nın bateristi Grohl, Kurt Cobain'in intiharı sonrası grubun dağılmasıyla kendi rotasını çizmeye karar verdi. Her ne kadar Cobain ve Grohl'ün aralarının pek iyi olmadığı söylense de, grup arkadaşının ölümünden oldukça etkilenen Grohl, bu beklenmedik kaybın etkisini hafifletmek için amatör bir müzik projesine başladı. Yıllardır biriktirdiği tamamı kendine ait parçalara tüm enstrümanları kendi çalarak eşlik ettiği bir albüm kaydetti. Tek kişilik bir albüm olmasına rağmen Grohl'un ismi kayıtta geçmiyordu, hatta tek kişiye ait izlenimi vermemesi için çoğul eki içeren bir ismi, Foo Fighters'ı seçtiğini söylüyordu. Bu ismin hikayesine az sonra değineceğim. 1994'te bu amatör kayıttan kopyalanan 100 kaseti  çevresine dağıttı.

Aşağıdaki resimde bu kasetlerden biri görünüyor... Bir röportajında "Kasetleri herkese dağıtıyordum, bir çocuğun yanıma gelip Nirvana hayranı olduğunu söylemesi kaseti kapması için yeterliydi" diyor.



1994: İlk albüm




Kayıtlar kısa sürede elden ele yayılıp radyolarda çalınmaya başlandı. Hatta ilk olarak Pearl Jam'den Eddie Vedder'ın sunduğu radyo şovunda çalınan "Exhausted" yapımcıların dikkatini çekti, ardından albüm teklifleri yağmaya başladı.


  
1994:  Dave Grohl, yeni albümü yayınlanana kadar Tom Petty'nin grubunda davul çalıyor hatta kısa bir turneye çıkıyorlar. Videoda Tom Petty and Heart Breakers'la birlikte Saturday Night Live'da görüyoruz.



Sözün kısası müzik çevrelerinde beğenilen amatör kayıttaki parçaların tekrar ancak bu sefer daha profesyonelce kaydedilmesi için yeni ticari anlaşmalar yapılıp, gruba yeni elemanlar eklendi. Grohl de bagetlerini bir kenara bırakıp gitarını aldı ve mikrofona geçti ve kayıt tamamlandı. Grupla aynı ismi taşıyan albüm kendine has tarzıyla ses getirdi, ABD'de bir milyondan çok sattı.


1995: İlk ticari albüm. İlk albümdeki bazı şarkılar uçurulmuş.




Olası Sabah Manşeti: İşte O Silah.
Albümün o dönemdeki bilinirliğinin bir kısmının da Dave Grohl'un, 90'ların en sansasyonel grubu Nirvana'ın eski bir üyesi olmasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Kurt Cobain'in ölümünün yarattığı şok dalgası henüz yatışmadan albümün yayınlanması da Nirvana popülerliğinden yararlanma çabası olarak görülebilir belki. Ayrıca ilk albümün kapağındaki uzay tabancası da, Cobain'in intiharını anımsattığı savıyla bazı yazarlar tarafından eleştirilmiş.





Gerek albüm kapaklarında gerek şarkı sözlerinde bilim kurgu kültürüne, gökyüzüne sıkça atıfta bulunulduğu söylenebilir. İsmi uçan daireler olan bir gruptan beklenen şeyler bunlar.


Gelelim "Foo Fighters" isminin hikayesine. Bu  günümüzde UFO olarak bilinen, ikinci dünya savaşı zamanında ne idüğü belirlenemeyen, muhtemelen düşman ülkelerin savaş aracı olduğu sanılan, hava taşıtları için kullanılan bir isim. Toplumun anlamlandıramadığı muhtemelen zarar görmekten korktuğu ve dışladığı bir yabancı savaşçı... Barındırdığı anlam açısından, ana akımdan ayrılan, topluma yabancılaşmış diyebileceğimiz grunge geleneğine uygun bir isim ancak fighters=savaşçılar kısmıyla karamsar ve ümitsiz grunge'dan ayrılan mücadeleci bir yanı da var. Dave Grohl, yeni grubuna "Foo Fighters" ismini seçerken yeni tarzının grunge'dan farklı bir yerde olacağını söylemek istemiştir belki de. Kendisi bir röportajında, o dönemde bolca okuduğu, UFO'ları konu alan kitaplardan esinlenerek bu ismi seçtiğini söylemiş, "Şimdi olsaydı daha uygun bir isim veriridim" diye eklemiş. Olan olmuş zaten o sen olsan bari diyorum. Bence şukela bir isim... Neyse.


Müzik eleştirmenleri ilk Foo Fighters albümündeki müzik tarzı için post grunge - alternatif rock'ı uygun görmüşler. Karşılaştıracak olursak Nirvana'daki melankolik hava dağılmış, biraz mizahi, rahat, umursamaz ve daha güçlü bir sound (bu zımbırtıyı da kullanmayı hiç sevmem ama ses tam karşılamıyor gibi anlamı) gelmiş. Özellikle This is a Call gibi grunge tarzında pek rastlamadığımız neşeli diyebileceğimiz şarkılar, Big Me'nin lise mezuniyet şarkılarını andıran iyimserliği ve Mentos reklamına göz kırpan klibi de Foo Fighters'ın farklı bir tarza evrildiğini, Nirvana'nın ekmeğini yemek gibi bir niyetinin olmadığını gösteren şeyler. Ancak aynı albümden "I'll Stick Around" buram buram Nirvana kokuyor.

1996: İkinci klip "Big Me"'ye çekiliyor. Sürekli gülümseyen insanlar ve her derdin devası Footos.



Şimdilik burada durayım. Diğer yazıda son albümle ilgili görüşlerimi belirteceğim.

Kaynaklar:
http://www.fooarchive.com/features/knov09.htm
https://www.discogs.com/Foo-Fighters-Foo-Fighters-Rough-Mixes/release/6388352
http://www.clashmusic.com/news/foo-fighters-on-their-band-name
https://pitchfork.com/reviews/albums/foo-fighters-concrete-and-gold/
Share:

18 Şubat 2017 Cumartesi

LOGOMUZUN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ


     Yıl F.Ö. (Freddie Mercury’den önce) 13-15bin arası. Havada Ankara ayazı hakim. Kömür isinden göz gözü görmüyor. Homosapien denilen ırktan kaçan hyposapiens aşiretine mensup bir grup, köy meydanındaki ulu bir çınarın köküne saklanır. Köklerin arasından gelen ay ışığını izleyerek ayları ve yılları bulan ama gün konusunda pek anlaşamayan hyposapiensler karınlarını da çınarın köküne ayağı takılan bizonların kuyruğunu yiyerek doyururlar.(bu yaşam şeklinde hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.) Binyıllar binyılları kovalar, köy şehir olur, büyükşehir olur, kimse hyposapienslere homosapienlerin evrildiğini söylemez. Bunu öğrendikleri zaman da çok geride kaldıklarını düşünen hyposapiensler, az zamanda çok ve büyük evrilmek için gece gündüz çalışırlar ve kuşaklar boyu onlar için ulaşılmaz olan Ay’a bir an önce çıkmak için çabalarlar. işte yerkürenin kutuplardan basık, ekvatordan şişkince oluşu, ekseninde az buçuk kayık oluşu ve hatta hyposapiens logosunun hikayesi de buradan gelmektedir sevgili okurlar.
Share:

12 Şubat 2017 Pazar

Tek Moliere İki Farklı Oyun:Kibarlık Budalası ve Cimri





Kibarlık Budalası - Tiyatro Kedi Oyuncuları


Moliere'in ölümsüz eserinden uyarlanan... şaka böyle başlamayacağım. 


Açıkçası sanatta tüm sınırların yapay olduğunu düşünürüm. Özellikle sanatın öznesi olan insana ulaşmak için sınırların gevşetilir olması önemli... Çevirilerde orijinal metne sıkı sıkıya bağlı kalmak her ne kadar yazara, emeğe, sanata duyulan saygının emaresi olarak yorumlanabilse de katı sınırlar oyunun seyircide yankılanmasına engel olabiliyor. Bu durumda oyun bir zulüme dönüşebiliyor. Son dönemde gittiğim iki farklı Moliere oyunundan Kibarlık Budalası'nda aradığımı bulamazken Cimri'den pek bir zevk aldım. Nedenlerinden çok nasılları üzerine biraz düşünmek istedim.

Kibarlık Budalası'nı Trump'ta, Tiyatro Kedi oyuncularının performansıyla izledim. Günümüz yaşayışı ve değerleri çerçevesinde o kadar eğreti duruyordu ki orijinal senaryo üzerinde pek az değişliklik yapılmış olmalı diye düşündüm . Diyalogları yavan ve yapay buldum.(Mösyö Jourdain'in sonradan görme tavırlarından değil diğer karakterlerden bahsediyorum) "İşte bu benim" düşüncesini verip duygusal boşalma sağlayacak hiç bir öğe bulamamış olmam gerek ki künt bir ifadey ve boş düşüncelerle salondan çıktım aklımda da Haldun Dormen'i izleyebilmek için katlandığım sıkıntılı bir-iki saatten başka aklımda bir şey kalmadı. Belki henüz bu tip oyunlardan tat alacak pencereden bakamıyorum belki ileride yorumlarım değişecek ama yok işte hoşuma gitmedi. Naçizane hissim...


CİMRİ - SEMAVER KUMPANYA OYUNCULARI - ÇEVRE TİYATROSU
 Oyundan Bir Kare: Cimriler Cimrisi Harpagon(Serkan Keskin) Paracıklarının Yerini Unutmuş, Dövünüyor

"Cimri"'ye giderken biraz huzursuzdum, Türkçe'ye uyarlanan oyunlardan dilim yandığı için keyifsiz bir gece geçireceğim olasılıklar dahilindeydi. Beklentimi iyice düşürmüştüm ancak oyun bana umduğumdan çok daha fazlasını verdi. Oyuncular kendilerinden o kadar çok şey katmışlardı ki, oyunun her gün karşılaşabilecek olaylarla dolu abartıdan uzak bir hal aldığını görmek beni rahatlattı. Orijinal metnin ne kadarı kalmıştı geriye bilmiyorum, üzerinde pek çok değişiklik yapılmış bir uyarlamayı andırıyordu ama izleyiciye daha çok yaklaştığı kesindi, üstelik ihtişamından da pek bir şey kaybetmediğini düşündüm. 

Oyunculuklarda yapaylıktan eser yoktu, senaryo akıcıydı, metin dışında gelişen diyaloglar seyirciyi oyunun içine çekiyordu. Harpagon 17. yüzyıl Fransasından bir karakterdi ama daha çok komşuma benziyordu veya komşum 17.yy Fransızlarına... (Komşum bunu duysa muhtemelen çok sevinir). Cleante Kadıköydeki hipster gençleri andırıyordu. Hepsinde biraz ben vardım, dostlarım vardı...  Bazen kahkaha atmaya mecalim kalmadı, bazen Cimri'nin serzenişleriyle üzüldüm. 


(yüzeysel özet: cimri'ye bayıldım, fırsat bulsam tekrar giderim. salon çok basık ilk başta kasvetli geliyor ama ortamı sıcaklaştırıp buzları kırmamızı sağlıyor bir yandan da...)



Cimri'den Bir Kare
Yönetmen: Tansu Biçer ; Oyuncular: Harpagon: Serkan Keskin Cléante: Rojhat Özsoy Elise: Gözde Şencan Valère: Hakan Atalay, La Flèche:İbrahimBarulay, Frosine: Sezin Bozacı, Mariane: Ezgi Ulusoy Tamer, Anselme: Murat Kılıç, Jacques Usta: Yavuz Pekman, Claude Kadın: Selen Şenay, Simon Efendi ve Komiser: Uğur Senkeri, La Merluche: Saniye Samra 



Share:

25 Nisan 2014 Cuma

DİSTOPYA

DİSTOPYA

“Geceyi aç geçirip sabahına kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim”.
Ebu Zerr

     


     Geceleri kulağımı odamın zeminine dayayıp, saatlerce yaşlı apartmanın barsaklarından geçen insan parçalarını dinliyorum. İnsanlar bir mum gibi yavaş yavaş eriyerek yaklaşıyorlar ölüme. Her gece bedenlerinin bir parçasını daha kaybediyorlar. Dökülen parçaların üstüne sifonu çekip biraz daha eksilen varlıklarının hüznüyle uykuya dalıyorlar. Yaşlı apartman da her gece bu parçaları sessizce sindiriyor yaşlı barsaklarında. İnsanlar sabah uyanınca kaybettikleri parçanın hüznü de kayboluyor. Uykularında unutuyorlar her şeyi. Böylece bütün günü geçirebilmelerini sağlayan gücü de kendilerinde bulabiliyorlar. En çok kullanılan parçaları dökülüyor öncelikle insanların ve hayatlarını devam ettiremeyecek duruma gelene kadar bu sürüyor. Kiminin elleri, kiminin bacakları, kiminin beyni, kiminin de cinsel organı önce dökülüyor. Tabi zamansız düşen bazı parçalar diğerlerini de işlevsiz kılabiliyor kimi zaman. Mesela alt katımda oturan emekli bankacı Ekrem Bey senelerce hep beynini kullanmış olmasının bedelini haftalarca tuvalete hapsolarak ödedi. Bir gece tuvalete girdiğinde ön beyni düşmüş ve Ekrem Bey daha ne olduğunu anlayamadan nasıl çıkacağını ve ne yapması gerektiğini düşünemeyerek haftalarca tuvalette kapalı kalmış. Çocukları onu bulduğunda açlıktan bir çok parçası da dökülmüş bir vaziyetteymiş. İnsanların çok kullandıkları organlarını zamansız kaybetmelerinin çaresinin bulunduğu söylenerek değişik aletler pazarlandı dolandırıcılar tarafından senelerce. Mesela bu aletlerden bir tanesi ayak serçe parmağına takılıyor ve siz uykudayken bile onu sürekli çalıştırıyor, böylece en çok kullanılan organınız o oluyor ve zamansız bir el kaybını ya da beyin kaybını önlemiş oluyordunuz. Ama uzun vadede bunun o çalıştırılan organın zamansız kaybı dışında bir işe yaramadığı gösterildi. Bir
çok yapıştırıcı da piyasaya sürüldü çare olduğu söylenerek. En çok kullanılan organınızı ona batırdığımızda düşmesinin engellenip, bir süre daha o organımızı kullanılabileceğimiz ileri sürüldü ama o da işe yaramadı. Düşmesi gereken organ düşmüyordu ama yerinde çürüyüp kokmaya başlıyor ve en sonunda ufalanıp dökülüyordu. Bazı kendini insanlığa adamış ve ömrünün son zamanlarını bir bitki gibi geçirmek zorunda kalan bilim insanları dışında bilim alanında ilerlemeler neredeyse duracak düzeye geldi. Kimse beynini kullanmak istemedi. Hal böyle olunca da bu duruma yeni çareler aranmadı. Bir çok yeni hastalık ismi bulunduktan sonra tıp alanı da kapatıldı. Çünkü kural netti ve çare yoktu. Çok kullanılan organ düşerdi, bu kadar basit. Bulunan yeni hastalık isimlerinden bazıları; “futbolcu hastalığı” yani “bacak kaybı”, “politikacı hastalığı” yani “dil ve mide kaybı”, “zengin hastalığı” yani “kıç kaybı” gibi. Bu kayıplar haliyle insanların kişiliği, sosyal statüsü, saplantıları hakkında bilgi vermeye başladı. Bu konuda felsefe ve sosyoloji dalları kuruldu ama kurucular dışında kimse beynini bunlarla kaybetmek istemedi ve üzerine fazla düşünülmedi. Çalışmak zorunda olan alt tabaka insanlar hızla dökülüp yok olurken üst tabaka insanlar sadece kıç kaybıyla yaşamlarına devam etti.
Ben geceleri uyumuyorum ve böylece sabah hüznümden kurtulup, hiç bir şey olmamış gibi başlamıyorum yeni güne. Çarenin bu şekilde bulunacağını düşünüyorum. Apartmanın yaşlı barsak duvarlarına çarpan organların seslerini dinliyorum sabaha kadar. Kullanarak kaybedecek olduğum her parçamın farkında olarak başlıyorum her güne. Belki çok dinlemekten kulağımı ya da düşünmekten beynimi kaybedebilirim. Belki de kaybetmeden önce çareyi bulup, başkalarını da uyandırabilirim.

Share:

20 Nisan 2014 Pazar

İstediğimiz Sorudan Başlayabilir miyiz?


ÖSYM personelinin soruları sızdırdığı ortaya çıkınca, çareyi personel değişikliği yapmak yerine sınava kalem-silgi sokmayı yasaklamakta bulan ÖSYM yönetimi, kopya skandalları devam edince güvenlik tedbirlerini artırdı.
Share:

19 Aralık 2013 Perşembe

Ankara Sıkıntısı




  Ağzımdan çıkan buharı izleyerek ellerim ceplerimde yürüyorum. Cebimde elimle hissettiğim yıpranmış kağıt paranın kaç para olduğunu düşünüyorum. Eğer 10tl çıkarsa bundan sonra hayatım düzene girecek, diye geçiriyorum içinden. Bakıyorum ve 10tl olduğunu görünce bir şov programında beni izleyen binlerce insan varmış gibi kendimi zorlayarak yapmacık bir şekilde seviniyorum. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam ediyorum. Böyle saçma oyunlar oynuyorum kendi kendimle çoğu zaman. Cebimden çıkan paranın kaç para olduğunu bilip bilmememin hayatım için en ufak bir anlamı olduğuna, keşke az da olsa inandırabilsem kendimi. Önden yürüyen iki gencin ayaklarını izliyorum bir süre. Sanki bir an adımları yavaşlıyor, ayak tabanlarının donmuş asfalta dokunuşlarında, araya sıkışan zamanı görüyorum. Ezilip geçilen anlamsız küçük zaman kırıntılarını. Sonra karşımdan gelen kadın ben bunun hayretini yaşarken garip garip yüzüme bakıp benden uzaklaşıyor. Bir an peşinden gidip onu durdurmak ve çığlık atmasına fırsat vermeden az önce yüzümün neden öyle olduğunu anlatmak geçiyor içimden. Sonra beni anladığını ve kendisinin de daha önce aynı yolda aynı şeyleri gördüğünü söylemesini, yalnız olmadığımızı öğrenince rahatlamış olarak yollarımıza devam ettiğimizi hayal ediyorum. Belki de yollarımıza devam etmez, bi'yerde kahve içeriz beraber. Saatlerce anlatırız birbirimize, aslında deli olduğumuzu düşünerek kimseye anlatamadığımız, normal sanılana göre anormal olan huylarımızı. Ben bunları düşünürken kadın benden daha da uzaklaşarak yoluna devam ediyor. Apartmanın önüne bırakılan donmuş bir kap suyu yalarken buza dili yapışan kediyi görüyorum. Suyu bırakanın zaten bunun olmasını istediğinden neredeyse emin olarak etraftaki binalardan izleyen olup olmadığına bakıyorum. Belki benim gibi çok sıkılan birisi, sırf hayatında iyi ya da kötü ufak bir değişiklik için yapmıştır bunu diye düşünüyorum. Onunla göz göze gelip, o kendisini kınamamı beklerken, onu anladığımı gösteren bir bakışla, onu selamlamak istiyorum ama kimseyi göremiyorum. Ben etrafa bakınırken kedi dilini kurtarıp kaçıyor. Apartmandan çıkarken alt komşunun opera sanatçısı banyo musluğunu, hepsi birbirine benzeyen parçalarından birisini seslendiriken yakalıyorum. Ne zaman kapısını çalıp dilini bilmediğim bu parçalar için musluğunun sanatçı kişiliğine hakaret etsem, yüzüme hep aynı anlamsız ifadeyle bakıp, musluğu yarın tamir ettireceğini söyleyerek kapıyı bir an önce kapatmak için uğraşan orta yaşlı, bira göbekli, beyaz atletli adamı düşününce daha da sinir olup o katı hızla geçiyorum. Evin havasızlık kokan havası karşılıyor beni kapıda. Perdeleri sımsıkı çekili evime girip hızla kapımı kapatıyorum. Sanki birisi ansızın ziyertime gelecekmiş gibi evi hiç dağıtmadan kullanıyorum. Akşam olunca ışıkları kapatıp perdeden sessizce sokağı gözetliyorum. Karşıdaki evlerin açık pencerelerinden içeri sızmaya çalışıyorum. Sohbet ettiğim zamanlar bile oluyor, sigara içmek için pencereye çıkan tanımadığım insanlarla. Mesela bunlardan en çok muhabbetimiz olanı karşı binanın üçüncü katında oturan ileri yaşlı albay emeklisi ekrem bey. Onunla hep aynı zamanlarda sigaraya çıkıyoruz. Daha doğrusu o hep aynı zamanlarda pencereye çıkıp sigarasını yakıyor ben de perdenin arkasında sabırsızlıkla onu bekliyorum. O pek konuşmayı sevmiyor aslında, ben ona uzun uzun dünden farkı olmayan günümü anlatıyorum içimden. O sessizce etrafı izleyip, hızla sigarasını içiyor ve sarı ışıklı salonuna dönüyor, ben de karanlık ve soğuk mağarama. Apartmanda benim katımda bir ses duyunca hemen üstüme çeki düzen veriyorum. Aslında beklediğim ya da gelmesini umduğum hiç kimse yok. Burada yaşadığımı bilen arkadaşım ya da tanıdığım da yok. Olur da yanlışlıkla birisi kapımı çalarsa karşısına şık çıkmak için aslında bütüm çabam. Ayda yılda bir, birisiyle buluşacak olduğum zaman saatler öncesinden hazırlanmaya başıyorum. En az yarım saat önce de buluşacağımız yerde oluyorum. Günümün neredeyse tamamını dolduran bir aktivite oluyor bu bir iki saatlik görüşme. Bütün akşam konuşmalarımızı tekrar tekrar düşünüyorum. Söylediğim bir çok şeyden memnun olmuyorum. Hatta üzerine düşündükçe pişman bile oluyorum. “ben sütlü kahve alayım” gibi basit şeyler oluyor bu pişmanlık boyutuna erişen cümleler çoğu zaman. Akşamlarımı genellikle saatlerce salondaki kitapları izleyerek geçiriyorum. İçlerinde yazanları ya da benim için anlamlarını düşünmüyorum, sadece görüntüleriyle ilgileniyorum. Çok izleyince görüntüleri de keyif vermemeye başlıyor ve tekrar tekrar diziyorum hepsini. Önce yazarlarına göre, sonra alfabetik isimlerine göre, bazen de renklerine göre. Yine beğenmiyorum ama sonunda yoruluyorum ve vazgeçiyorum. Sıkıntıdan her zaman olduğu gibi yine kaçıyorum. Mağaramın en derinlerine, en karanlık kuytularına kaçıyorum. Bana sıkıntı yaratacak hiçbir şey kalmayana kadar kaçıyorum. Kendimle bile baş başa kalamayacak yere kadar kaçıyorum. Uykum olsa da olmasa da saat onbirde yatağa giriyorum. Elime bir kitap alıp okumaya çalışıyorum. Her seferinde birkaç sayfa okuduktan sonra düşüncelere dalıp kitabı bırakıyorum. Bunalıyorum, zevk alıyorum, çoğu zaman da utanıyorum düşündüklerimden. Gün ağarana kadar düşünüyorum. Sonra uyuyakalıyorum. Ertesi gün öğlene doğru uyanıyorum. Aynı tavayı lavabodan alıp, sudan geçirdikten sonra yine aynı sayıda yumurtayı tavanın aynı yerine kırıp, aynı bayatlıktaki ekmekle yiyip, tavayı yine lavabonun aynı yerine bırakıyorum. Sonra işim varmış gibi sokağa çıkıp, aynı yollardan bir yere yetişiyormuş gibi hızlı hızlı yürüyorum. İnsanları izliyorum. Onlarla göz göze gelip benim hakkımda ne düşündüklerini gözlerinde görmeye çalışıyorum. Markete uğrayıp yumurta aldıktan sonra eve dönüyorum. Akşam yumurtasını kırıyorum aynı tavaya. Sonra akşam sigarası için albayı bekliyorum.


Share:

20 Kasım 2013 Çarşamba

Varoluş Antolojisi 1

Boşluk....

Gidecek yeri olmayanlar için, olduğu yer ile gitmek istediği yer arasındaki en anlamsız mesafedir. Salonun en alakasız köşesine konulmuş, pek de sağlam gözükmeyen bir sandalyeye oturmuştu. Sağ elinin iki parmağının arasına sıkıştırdığı sigarasından incecik ve dümdüz bir duman tavana kadar yükseliyordu. Sigarasının ucunda biriken küle bakınca, uzunca bir süredir sigaradan hiç nefes almadığı belliydi.

 Hiçlik...

 Herhangi birşey yapmak için en ufak bir amacı dahi olmayan insanların, parmaklarını bile kıpırdatacak gücü bulamayana kadar içine hapsoldukları zaman dilimidir. Sigaranın külü kendiliğinden halıya düştü ve sigara söndü. Elindeki izmariti tutmaya devam etti. Bir hareket düşünmek isteyen ama onu dahi düşünemeyen bir hali vardı. Bitkisel hayattan daha cansız bir halde beklemeyi sürdürdü.

 Sevişme mesafesindeki tenlerle bile arana sığabilir kocaman bir boşluk. Yada en hayati saniyelerin bile arasına sığabilir kocaman bir hiçlik. Herhangi bir şehirde, herhangi bir salonda, herhangi bir sandalyenin üzerinde, herhangi bir insanın hayatındaki boşluk ve yaşadığı hiçlikti bu.

 Geçmedi...
Share:

13 Kasım 2013 Çarşamba

Türkiye ve İngiltere Vatandaşlarının Ortak Noktası: Sperm Kokusunu Çok Merak Etmeleri.

Bu resim, "Üzerine Tıklarsanız Büyür" (ÜTB) teknolojisine sahiptir. ©hyposapiens.com


Küreselleşmenin doruklarında olduğumuz 21. yüzyıl başlarında, binlerce kilometre uzakta yaşayan, birbirlerini rüyada görme olanağına bile sahip olmayan insanların düşünce ve yaşam tarzındaki farklar giderek azalmaya başladı.Bu yeni düzen kimilerine göre, para dışında kutsalı olmadığı, kültürel değerleri yerle bir edip insanları tek tipleştirdiği için eleştiriliyor. Kimilerine göre ise küreselleşme, bir Migros kasiyerinin, Rahmi Koç'la aynı model telefonu kullanabilmesi gibi olanaklar sağladığından daha eşitlikçi kabul ediliyor.

Her ne kadar Hollywood etkisiyle robotlaştırılmaya çalışılan milyarlarca internet insanı olsa da(bu arada, yeryüzünde internet erişimi olan 2,7 milyar kişi var yani dünya nüfusunun %39'u[1]) , zaten bir çok ortak noktamız olduğunu düşünüyorum, veya başka bir açıdan değerlendirirsek, farklı yaşantıları, hayat tarzları olan farklı kültürlerin tektipleştirilmesinin başarıyla devam ettiği sonucuna da ulaşılabilir. Bu benzerliği biraz anlayabilmek için Google'ın arama sonuçlarına bakmayı uygun gördüm. Malumunuz Google'ın arama kutusuna bir veri girdiğinizde en çok aranan 4 örneği kullanıcıya öneriyor. Google'ın Türkiye versiyonu olan google.com.tr ile İngiltere versiyonu olan google.co.uk'in sonuçlarını karşılaştıracak olursak:

1. Günah olup olmadığı en çok merak edilenler:
Türkiye'de: Oruç bozmak, öpüşmek , kürtaj, fal baktırmak.
İngiltere'de: Gay olmak, içki içmek, dövme yaptırmak, boşandıktan sonra evlenmek.

2. Nasıl koktuğu en çok merak edilenler:
Türkiye'de: Vajina, esrar, sperm, kokarca.
İngiltere'de: Sperm, esrar, küf, kokarca

3.Tadının nasıl olduğu en çok merak edilenler:
Türkiye'de:Sperm,rakı
İngiltere'de:Kaka(böyle merak olmaz olsun), votka, tarçın, insan eti.

Sonuç: Yasaklar, merak etmeye engel değildir aksine her bilinmez gibi insanlığın ilgisini daha çok çekerler. Yasak-Özgürlük dengesi iyi kurulamazsa, insanlığı ileriye götürecek olan bilimsel merakın yerini, cinsellik merkezli obsesif düşünceler ve bir süre sonra kompulsif eylemler yer alabilir.

1.http://www.itu.int/en/ITU-D/Statistics/Documents/statistics/2012/ITU_Key_2006-2013_ICT_data.xls
Share:

10 Kasım 2013 Pazar

Doç. Dr. Ohannesburg Strikes Back: Doçentlik Tezimden Esintiler - Psödoefedrin


Sinüzitlinin En İyi Dostu Mendildir (Ayrıca Yatak Başında Duran Bir Rulo Tuvalet Kağıdı da Kötü Gün Dostudur)

2-3 yıldır sinüzitten müzdaripim,artık kronikleşti. Kış ayları ve rüzgarlı havalar benim için tam bir kabus. Uzun saçlarımın katili sinüzit için en etkili tedavi antibiyotik, steroitli burun spreyi ve burun akıntısını gideren psödoefedrin(α1-adrenerjik reseptör agonisti yani damarlar üzerinde adrenaline benzer etkiler oluşturan madde şeklinde özetleyebiliriz, burundaki damarları daraltıp daha az salgı çıkmasına neden oluyor) içeren ilaçların kombinasyonundan oluşuyor. Fazla antibiyotik kullanmak istemediğimden, bazen sadece burun akıntımı kontrol etmesi için Clarinase, Sudafed gibi psödoefedrin içeren ilaçları kullanmayı tercih ediyorum. Genelde clarinase kullandığım halde dün hayatımda çılgınca bir değişiklik yapıp (ne kadar heyecanlı bir yaşamım olduğunu buradan anlayabilirsiniz) Sudafed alayım dedim.



Eczaneye gittiğimde ise bu ilacın ancak doktor raporuyla verilebildiğini öğrendim. Yani clarinase (psödoefedrin+loratadin) reçeteye tabii değil ama sudafed(psödoefedrin) reçeteye tabiiymiş. Nedenini eczacı bey de bilmiyormuş.

Eczacılık... Gerçekten Güzel Meslek...


Eve geldim araştırdım sonuç şu: Psödoefedrin, yapısal-kimyasal benzerliğinden dolayı Methamphetamine(doping maddesi, şu ünlü dizi Breaking Bad'de lafı bolca geçen yasaklı madde) yapımında kullanılıyormuş ama yanına loratadin veya NSAID(ağrı kesici-anti inflamatuar) gibi bir madde eklenince bu yapılamıyormuş. Bunun için saf olarak psödoefedrin içeren ürünler için reçete lazımken yanında başka maddeler eklenmiş şekilde satılan ilaçlar için reçete gerekmiyormuş.


Konu Hap-Map Olunca Bu Klişe Fotoğrafı Kullanmadan Edemedim. Hurriyet.com'a Selam Ederim.

Bundan dolayı firmalar etkisi daha az-kısa olsa da fenilefrin(Pheniylephrine) gibi alternatif kimyasallara yönelmişler. Hatta Sudafed pazar payını kaybetmemek için psödefedrin yerine fenilefrin kullandığı "Sudafed PE"'yi piyasaya çıkarmış. Bu ürün Türkiye'de bulunmuyor fakat zaten Theraflu gibi sıkça kullanılan semptomatik grip ilaçlarında da psödoefedrin yerine fenilefrin kullanılıyor.

ABD Psödoefedrine Savaş Açtıktan Sonra Firmalar Fenilefrin'e Yöneldi


Ayrıca psödoefedrin kendi başına alındığında bile doping etkisi yapabiliyor. Hatta 2010 Sydney Olimpiyatları'nda Romen jimnastikçi Andreea Răducan, takım doktorunun verdiği psödoefedrin içeren 2 adet soğuk algınlığı hapını aldıktan sonra verdiği idrar örneğinde yasaklı maddenin çıkması üzerine altın madalyası elinden alınmış ve bundan dolayı Romanya Olimpiyat Komitesi Başkanı istifa etmek zorunda kalmış.



Kaynaklar:
1.http://www.wada-ama.org/Documents/World_Anti-Doping_Program/WADP-Prohibited-list/WADA_Additional_Info_Pseudoephedrine_2010_EN.pdf
2.http://www.sudafed.com/products/adult/sinus-pressure-pain/sudafed-pe-pressure-pain
3.http://reason.com/blog/2006/12/24/man-arrested-for-allergies

Share:

3 Kasım 2013 Pazar

YAPIŞKAN SAATLER



Bir yerinde takıldın mı debelendikçe daha da dolanan ve dolandıkça da ilerlemesi imkansızlaşan, iki tarafı yapışkan karmakarışık bir bant yığının arasından yavaşça geçip gitmeye çalışmak gibi zamanda ilerlemek. Düşüncelerimin ağırlığıyla gittikçe içe çöken dev bir kara deliğe dönüşüyor üzerine bastığım dakikalar. Bugünü yutmuş, gelecek ve geçmişi de içine almaya çalışıyor. Sonsuz zaman düzleminde geniş bir çukur oluşturuyorum ve diğer bütün insanların geçiremediği sabırsız zamanları çukuruma toplanıyor. Durmaktan daha da yavaş ilerliyor... Hemen kıyıya en yakın dalgayı yakalıyor bakışlarım, o dalga kıyıda köpürene kadar onlarca sigara içmenin garip tadı doluyor ağzıma. A şehrinden B şehrine saatte bilmem kaç km hızla ilerleyen hiçbir araç B şehrine ulaşamıyor. Saate bakmak işe yaramıyor artık ve ben de perdenin duvardaki gölgesini işaretliyorum kurşun kalemin kırık ucuyla. Aynı yerinde duruyor gölge, bilemediğim epeyce bir süredir. Zamanın tenha bir yerinde, ilerlemeye çalıştıkça daha da saplanıyorum.
Share:

4 Eylül 2013 Çarşamba

PSYCHEDELIC BULUŞMALAR

PSYCHEDELIC BULUŞMALAR


Loş ışıkla aydınlanan salonun bana uzak ve karanlık köşesinde derin nefes alınmış bir sigara parıltısını gördüm önce, sonra tütünün çıtır çıtır yanma sesi duyuldu. Evde yalnızdım aslında ama niyeyse garipsemedim bu sigara içen insanı. Bir süre konuşmadık o sigarasından derin nefesler almaya devam etti, ben de onu izleyerek kokusu gelen sigaranın alevinde yüzünü görmeye çalıştım. Sigara kokusu hep babamı hatırlatırdı bana, belki de ondandır bu insandan korkamayışım. Akşam sigarasını balkonda içtiten sonra gevşemiş halde televizyonun olduğu odaya gelirdi babam. Pijamasına sinen sigara kokusunu ve dışarının is kokan soğuğunu hissederek ona sarılmayı çok severdim hep. Ben bunları düşünerek onu izlerken “biliyorum” dedi. Birden irkildim. gerçeğe dönüp olayın garipliğinin farkına vardım tekrar. Cevap veremedim, bekledim bir süre. “neyi” diyebildim sonra. “herşeyi biliyorum” dedi.

"Bazen nefessiz kalırsın. Çaresizliğinin duvarlarıyla kuşatır seni karanlık. Gücünü emer. Bir köşeye sığınıp olacak olanın merhametine bırakmak istersin kendini. Ama o seni bırakmaz. Üzerine gelir duvarlar. Gözlerini sımsıkı kapatıp açınca geçeceğini düşündüğün kabuslardan sanarsın ama gözünü açtığında daha da köşeye sıkıştığını görüp, gerçekle arana koyduğun ince et perdesine sığınırsın tekrar. Uyumak istersin, rüyalarında ararsın kurtuluşu. Uyuyamazsın. Döndükçe yatakta karanlığın bataklığına daha da saplanırsın. Uyuyabilirsen eğer gecenin bir vakti, kısa süre bile olsa önceleri kurtulursun bu tutsaklıktan. Daha sonra rüyalarını da ele geçirir, kaçacak delik bulamazsın. Fazla sarhoş olduğun bir gecede yatağına uzanıp gözünü kapattığında da başının dönmesi gibi gidecek yerin kalmamıştır artık. İçinin karanlığı duvarına yansımış insanlardansan eğer...

sustu... bekledim heyecanla ağzından çıkacak bir kelimeye daha ihtiyacım vardı sanki.

“evet” dedim, “ne yapmalıyım”. Etrafımdaki duvarları görünür kılmıştı sözcükleri. Hissettiğim tutsaklığın somutlaşmasıydı bu. Karanlığımı tarif etti, aydınlığa çıkan yolu anlatacakken sususverdi. “Evet” dedim yine karanlık köşeye doğru “ne yapmalıyım”. Ses gelmedi. Parlayan sigara sönmüştü. Sigarasını bitirip gitmişti sanki. Kalktım, az önce sigara içtiği köşeye doğru yürüdüm. Sallanan koltuk ve kül tablasına atılmış bir sigara izmariti vardı. Sigarayı elledim, soğuktu. Sönmüş yıldızlar kadar soğuktu ve onların bir çoğunu hala gördüğümüz gibi, o da zamanın bir yerinden görünmüştü belki de.
Share:

1 Ağustos 2013 Perşembe

"Neden?"

      

      Edebi bir söz söylediğini düşünmenin verdiği yalancı bir özgüven için yada derin bir anlamı varmış gibi görünen boş laflar etmenin sağladığı geçici bir bilgelik duygusu için söylenmemiş, yalın bir sözcüktü bu, “Neden”.

      Kendi kendine sorduğu ilk soru değildi bu ama hiçbir sorunun cevabı bu kadar derinden etkilememişti onu. Çünkü çok net olan bu cevap, kaçamak belkiler bırakmamıştı sığınması için. Aslında yok olduğunu, ilk kez farkedişiydi bu. Yeryüzündeki herhangi bir insanın, aslında hiç var olmadığını, ilk kez farkedişiydi belki de bu. O denli büyük düşünmemişti bu durumun ciddiyetini ama kendi dünyası için bu denli ciddi oluşunun da bir anlamı olmayacaktı aslında. Her zaman yaptığı gibi işten çıkmış ve evine doğru aynı yollardan, kulaklığından bıkımadan senelerdir dinlediği aynı şarkıları dinleyerek yürüyordu. Sokak lambaları yeni yanmış, karanlıkla aydınlık arasındaki arafta, kızıl bir gökyüzü vardı. Yazın serin günlerinden biriydi ve o yine, iş yerindeki arkadaşlarıyla tüm gün olan konuşmalarını ve yarına yapacağı işleri düşünerek yürümekteydi. Sürekli kendi içinden değişik cevaplar verirdi, olup bitmiş tartışmalara ve içini böyle rahatlatmaya çalışırdı. İşe de yarıyordu bu garip ritüel. Hiçbir zaman olay anında verdiği cevaplar tatmin edici gelmemişti kendisine. Hep içine attığı kısım, söylediğinden fazla oluyordu. O da içinde birikeni böyle boşaltıyordu. Komşular rahatsız olmasın diye televizyonun sesini hep kendi duyabileceği minimum sese ayarlardı. Asla arkadaşlarınınki gibi bilmem kaç artı bir ses sistemi olmadı çünkü hiç kullanmayacağını biliyordu. Kulaklığının sesini bile, alt komşuya ses gitmesin diye son sese getirmeden dinlediği zamanlar da olmuştu. Neyse ki bu saplantısı çok sürmedi. Karısıyla uyurken gece onu uyandırmamak için tuvalete bile kalkmazdı. Sabaha kadar sıkıntıyla uyanık bekler yine de karısını uyandırmayı göze alamadığı için yataktan çıkmazdı. Zaten hiç kıpırdamadan uyurdu yatakta. Yatılı okul yıllarında gıcırdayan ranzanın sesiyle oda arkadaşlarını uyandırmamak için gösterdiği üstün çabayla kazanmıştı bu alışkanlığını. Bir kere eve geç gelmişti. Aslında her zaman ondan önce evde olur ve onikide uyurdu. Hayatı boyunca onikiden sonra uyanık kaldığı neredeyse hiç olmamıştı. Bir hafta sonu arkadaşlarının yoğun ısrarına dayanamamış ve geç saatlere kadar dışarıda eğlenmiş, daha doğrusu arkadaşları eğlenmiş o da orada bulunmuştu, ve apartman kapısına geldiğinde komşularını uyandırmamak için ayakkabılarını eline alıp sekiz katı asansör bile kullanmadan çorapla yürümüştü. Kütüphanede okuduğu kitabın sayfalarını çevirirken etrafı rahatsız ettiğini düşünür, herkesin ona kınayan gözlerle bakacağını düşünerek okuduğu yeri bitirse bile saatlerce birisinin sayfa çevirmesini bekler ve onun sayfa seslerine kendisininkileri karıştırarak kamufle bir şekilde kitabının sayfalarını çevirirdi. Tüm bunlar ve daha fazlası aklına gelmese de, o gün, o anda ertesi gün birisine bir iş yapmasını rica etmenin en ince yollarını içinden tekrar tekrar konuşarak yürümekteydi. Bir anda aklına o soru geldi “Neden” Evet neden bu kadar düşünüyordu ki bu durumu. Garip olan, bu sorunun aklına nereden geldiğiydi aslında. Çünkü 35 yıllık hayatı boyunca, düşünmeye başladığından beri, hep böyle şeyler düşünmüştü zaten. Ama niye o an bunun garipliğinin farkına vardı ki? Bir cevap bulamadı soruya. Önemsemedi önce. Sonra yine sordu “Neden” diye kendi kendine. Bu sefer gerçekten bir cevap aradı. Kısa sürede buldu cevabı. O kadar netti ki bu cevap, karanlığın ortasında önüne düşen parlak dev bir göktaşı kadar gizlenmesi zor ve beklenmedikti. Arkasına sığınacağı bahanesi kalmamıştı. Hiçbir şey hayatında o an, o soruya verdiği cevap kadar net ve tartışmasız olmamıştı. Beş yaz önce deliler gibi sevdiğini düşünerek evlendiği yedi yıllık sevgilisi Nalanla, aile çay bahçesini andıran tahta masaları, sandalyeleri, küçük alçı köpeği ve süs havuzu olan o düğün salonundaki düğünlerinde, evlendirme dairesinden gelen, emekliliği geçmiş, işinden bıktığı her halinden belli olan aksi nikah memurunun sorduğu o soruya verdiği “evet” cevabından bile daha netti. Yada lise yıllarında bir sigara araması sırasında, en yakın arkadaşı Muratın çantasına tıkıştırdığı sigara paketi bulununca müdür yardımcısına verdiği o “benim değil” cevabını söylerken hissettiğinden bile daha emindi. O gün “Murat benim çantama koyduysa o sigarayı, demek ki benimdir” gibi sığınacak saçma da olsa bir cevap belirmişti aklında ama şimdi saklanacak yeri kalmamıştı artık. Cevap çok netti. O aslında YOKTU. Senelerce hep başkalarının gözündeki varlığı için yaşamıştı. Onların rahatını kaçırmamak için yaşamıştı. Onların hakkında hep iyi şeyler söylemesi ya da onun varlığını farketmemesi ama onun hakkında olumsuz bir kanıya varmamaları yada başkalarının hayatını olumsuz bir şekilde etkilelememek için yaşamıştı hep. O kendisi için hiçbir şey yapmamıştı. Çünkü ona hiç kimse “bunu yapamamlısın”, “bu yaptığın yanlış” “yada “bu davranışın beni rahatsız ediyor”, “hoşuma gitmiyor” dememişti. O hayatı boyunca yazılı yada sözlü hiçbir kuralı çiğnememiş, hiç kimseyi rahatsız etmemişti. Yani o aslında hiç var olmamıştı. Bu farkına varış anı çok kısa sürdü aslında ama tüm hayatını gözden geçirmesine yetti bu süre. İki sokak lambasının arası kadar mesafede, hayatında varlığını kanıtlayacak hiçbir delil bulamadı. Ve yine iki sokak lambasının arası kadar mesafede derin bir özür duygusu kapladı içini. Bu güne kadar hayatına girmiş bütün insanlardan özür dilemek istedi. Hepsine tek tek mektup yazacaktı. “Eğer anılarınızda yer kaplıyorsam, lütfen o anılar için beni bağışlayın. Çünkü o anılar aslında hiç yaşanmadı. Çünkü ben aslında yokum ve hiç var olmadım.” diye yazmayı düşündü. Sonra bu mektubu göndereceği insanları düşündü. Bulamadı. İş yerindekiler haftalarca gelmese aramazlar, sonra da yerine birisini alırlardı. Hiç biriyle evrak işi dışında bir paylaşımı olmamıştı zaten. Senede birkaç kez buluştuğu bir arkadaş grubu vardı. Onlar da uyumlu olduğu için, gittikleri mekanlarda etrafa kalabalık gözükelim diye onu çağırıyorlardı. Gitmese kimse bir daha aramazdı. Eski karısı, evet belki ona yazabilirdi bu mektubu. Onun da hep savunduğu şey buydu zaten. İddiasının ispatını, o annesinden kalma çürümüş çeyiz sandığında saklardı. Kızdıkça çıkarır mektubu, haklı çıkışına gururla bakardı. Zeki bir kadın mıydı acaba? Bu gerçeği ondan yıllar önce farketmişti ne de olsa. “Salladı tuttu işte. Bilerek söylememiştir o.” diyerek kendini avutmayı başardı. Bir an yok olduğunu unutmuştu. Eve yaklaştığını düşünüp, dünden kalan yemeği ısıtmayı bile düşünecek kadar bu gerçekten uzaklaşmayı başarmıştı. Ama olmadı. Yürümeyi bıraktı. Bir duvara oturdu. O aslında yoktu. Oturduğu duvarın soğukluğunu hissetti ama bu his aslında yoktu. Hayatı boyunca hissettiği başka duyguları düşündü. Onlar aslında yaşanmamıştı. Bütün duvarları yıkıldı. Bütün anıları ufalandı. Tozlu zihninin içindeki sonsuz boşluğu farketti. Bir süre yokluğunu sindirdikten sonra garip bir şekilde rahatladığını hissetti. Kafasının içinde dolaşan konuşmaların bir anda sustuğunu farketti. Varlığının tutsaklığından kurtulmuştu. Girmek zorunda olduğu kalıplar artık yoktu. Hiç düşünmeden ayağa kalktı ve evine doğru olmayan herhangi bir yöne doğru yürüdü. Bir şeyler hissediyor gibiydi ama ne olduğunu tarif edemezdi. Hava kararmıştı artık. Düşünmeden, gülümseyerek sadece yürüdü.
Share:

12 Mayıs 2013 Pazar

Doç. Dr. Ohannesburg Sert Dille Uyardı: Mezuniyet Fotoğraflarını Adam Gibi Çektirin



Merhaba okurlar. Çiğ köfte işine girdiğim için uzun zamandır yazamıyordum. Sizinle tekrar buluştuğum için çok mutluyum.

Minimum 6 senedir bitirmek için debelenilen okul nihayet bitmek üzere. Heyecanlar bazen dorukta, bazen de TUS'un verdiği gerilimden dolayı dipte. İntörnler  bu labil dönemlerinde bir yandan hastane işleriyle uğraşırken bir yandan da fotoğraf, yıllık, mezuniyet balosu üçgeninde oradan oraya koşturuyor. Bu işlerden en çok dikkat çekeni şimdilik mezuniyet fotoğrafları. Şimdilik diyorum çünkü mezuniyet balosunda kim ne giyecek, "Bu nasıl olsa son gecemiz haydi yardıralım" mentalitesiyle kim kime nasıl bir girişimde bulunacak hiç bilemiyorum.

Halyanet! Unutulmaz anlarınızda hep yanınızda!


Bu aralar fotoğraf çekimleri için  kıyafetler alınıyor, makyajlar yapılıyor ve fakültenin anlaştığı fotoğrafçıya gidiliyor. Müşterileri havaya sokmak için yüksek tempolu, yüksek sesli pop müziğin çalındığı stüdyoda fotoğrafçının direktifleriyle pozlar veriliyor. Tıp fakültesini bitiren birinin mezuniyet cübbesiyle, stetoskopuyla fotoğraf çektirmesi gayet normal. Hatta isterse içeriye elektrikli testere soksun böyle versin pozunu, bu da bizi ilgilendirmez, hatta hayatımıza renk getirmiş olur, gider tebrik ederim. Fakat içinde muhtemelen vişne suyu olan bir enjektörü havaya boşaltırken poz veren yaklaşık 100 kişinin varlığı, bu insanların yaratıcılık seviyeleri ve estetik anlayışlarıyla ilgili ciddi endişe duymama sebep oluyor.


Share:

7 Mayıs 2013 Salı

KİTAP ÖZETİ: "İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR"

Kitap Özeti: 

"İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR"  Stefan Zweig

   Bir öneriyle başladım kitaba. Zweig'i daha önce duymuştum, Freud hayranlığı ve çarpıcı anlatımıyla. Kitap boyunca tarihten önemli kesitlerin ince ayrıntılarına giriyor ve o önemli kararları veren kişilerin düşüncelerini tarifliyor.
    Pasifik kaşifi Balboa'nın hazin sonunu girizgah yapmış yazar. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul fethini ise savaş öncesi hazırlığı da aktararak devam ediyor. (dev topların Edirne'den getirtilmesi ayrıntısı ortaokulda öğretilen cinsten değil) Fransız ulusal marşı "La Marseillaise"nın öyküsünü dinamik bir yazına dönüştürüyor. Waterloo ve Eldorado'nun keşfiyle davam eden Zweig, daha sonra İngiltere ile Amerika arasına Atlas boyunca ilk telefon hattı çekilmesini çok cazip şekilde sunuyor okuyucuya. Sonlara doğru, ömrünün son deminde pasif olmakla suçlanan Tolstoy'un 83 yaşında kendi iç hesaplaşmasını psikolojik roman tadıyla aktarıyor. Güney Kutbunun keşfini ve ondan sonrasında Lenin'in darbe öncesini anlatan yazar kitabını sonlandırıyor.
    Zweig'in 1927'de bu kitapta olayları aktarırken verdiği veriler, tarih kitaplarında bulunamayacak cinsten. Kitap boyunca bir kere bile tekrara düşmemiş. Tarihsel analizi psikolojik gerilime çevirebilen yazar, biyografideki ustalığını kullanarak ölümsüz bir eser yaratıyor. Bir tarih yazısında en zor olan objektif kalabilmektir, yazar bundan da tam puan alıyor.
   Peki ne zaman okunmalı bu kitap? Hazırda kitabınız yoksa, "veri gelsin de ne olursa!" diyorsanız, objektif tarihseverliğinizle bir çırpıda okuyacak, öğrenecek ve öğreteceksiniz. İyi okumalar...

Share:

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Mayıs Mayışığı

HAYATA DAİR SAÇMALAMACALAR VOL: 18

Mayıs Mayışığı

Güneşi gören masum insan...



Güneşle ilk karşılaşması çok dramatiktir aslında bu canlı türünün. Güneş onda bir süre silinmeyecek izler bırakır. Ne zaman aynaya baksa o ilk karşılaşmanın hatıralarını görür kendinde. “Amele yanığı” diye de bilinen emekçilere has bu görünüme, emeksiz sahip olur. Ayrıca burnunun üzerindeki ve göz altlarındaki kızarıklıklar da bu ilk karşılaşmanın izleridir. Bu canlı türü, bu dönemde yeşil alanlara dadanmasıyla da tanınır. Nerede bir sandalye sığacak kadar bile bir yeşil alan görse, o yeşil alanı, yenisini bulana kadar bir süre kendisine mesken tutar. Bütün sorumluluk duygularından kurtulmuş, kendini hormonların hakimiyetine bırakmış, etrafa çoğu zaman hiçbir şey düşünmeden boş boş bakmasına rağmen derin bir edebi eser veriyormuş gibi hisseden, içindeki şişkinliğin bütün gün açık havada soğuk betona oturmaktan kaynaklı olduğunun farkına varamadan, yaratıcılıklara gebe yoğun hissiyatlar beslediğini sanan bir canli türüdür. Bu canlılar her açık hava, güneş, yeşillik üçlemesini gördüklerinde çay içerek gün içinde 8-10 bardak kadar çay içip gün sonunda 200promile dayanan bilinçsizlik durumlarının dehidratasyon ve açlıktan kaynaklandığının farkına varamaz. Mayıs mayışığının hayatla en büyük sınavı ise gece uyumaya çalışırkendir. "Yorgan, çarşaf, pencerenin durumu" şeytan üçgeninde yarı uykulu vaziyette sabaha kadar debelenip durur.



Haydi çayırlara, çimenlere sevgili hyposapiens okurları.. Tatlı mayışmalar..
Share:

28 Nisan 2013 Pazar

Gezilecek Yerler 6: Sahra Altı Afrika

      GEZİLECEK YERLER

      6 - Sahra Altı Afrika

      Bu günlük yazımı sahra altı Afrika'ya; sefil, hatta bazılarına göre lanetlenmiş topraklara ayırdım. Orası ki sömürgeye gelmiş yeni Avrupalıların sıtmadan kırıldığı; orası ki iç savaşlarla birbirini yok eden; orası ki her dini kutsal sayan. Aynı zamanda yerkürede insanoğlunun ayakları üstüne bastığı ilk yer.
      Şöyle bir harita çıkardım. Önce Angola'ya, Luanda Havaalanına ineceğiz. Heatrow dan çok planör kalkış pistlerini hatırlatıyor burası. 1 günlük konaklamadan sonra Kissama ulusal parkında kısa bir gezinti yapıp güneye ineceğiz. Kurak bir savanada ciple safariye çıkıyoruz. Ben bununla doymam diyorsanız biraz daha güneye inip Kalahari çölüne ve eğer uygun dönemde orada iseniz Okavango deltasına gidip doğanın kanununun nasıl işlediğine canlı şahit olabilirsiniz. Buradan da bir "U" çizerek lanetli topraklara, hem de vizesiz geçiş yapıyoruz.
Kalahari Çölü'nün ortasındaki kuraklıkta birden çoşan Okavango'nun yeşil mirası

      Burası Zambia. Ortalama yaşamın 40 yıl olduğu bir ülkede kimseyi rus ruletiyle korkutamazsınız. BM nin yardımıyla yaşayan, kasasında 243 dolar kaldı diye esprisi yapılan yer burası. İç savaştan ölme ihtimalinin HIV + liğinden daha yüksek oranda can aldığı ülke. Pulitzer ödüllü Jared Diamond'un antibiyotik olmadığı için sıtmadan ölen çocukları görüp ağladığı sağlık merkezinde gönüllü hekimlik yapıyoruz sınır tanımayanlar adına. Ve burada tüm dünya insanlarının belki sevinçlerinin ayrı olsa da acılarının aynı olduğunu anlıyoruz.
Zambia'nın korkunç fakirliğine bir örnek. Pek çok Hristiyan dernek yardımlarını Zambia'ya yönlendirmeye çalışsa da yüksek HIV+ liği ve yardımı döndürecek bir siyasi çemberi de olmadığı için açlıkla test ediliyor  bu insanlar. Resimde bir köy okulu değil, başkent Lusaka'da bir ilkokul görülmekte.

Zambia'nın doğasına bir örnek. Victoria Şelaleleri. 
      Parçalanan kalbimize biraz huzur dolsun diye tatilin son durağını Tanzanya olarak belirliyoruz. Burası nispeten iyi. Yeni gelişen şehirlerdeki inşaatlarda bizim ülkenin bayrağını dahi görebilirsiniz. 45 milyonluk nüfusu ile Afrika'da G.Afrika Cum. gibi öne çıkan bir ülke Tanzanya. İsteyenler için lükse(?) yakın otelleriyle Zanzibar Adası ya da Moritus iyi bir tatil mekanı olabilir. Tabi elektrikleri sık sık kesilen bu az yıldızlı otellerde yediğinize içtiğinize dikkat edin ki tatiliniz cırcır olmasın. Aynı zamanda kuzeyde Victoria Gölü'ne kıyısı var bu ülkenin. Bu tatlı su gölü tam bir cennet. İngiliz kraliçesinin adını alan Victoria Gölü, o bölge ekosistemi için altın değerinde. Afrika'ya has pek çok canlının göç yollarının başlangıç, bitiş ya da yol üstünde mola yeri olan bu gölün çevresinde BBC kameramanına rastlamadan gezinti yapamazsınız. Ciddi bir nüfus yoğunluğu olan bölge Tanzanya, Uganda ve Kenya'ya komşu. Dünyanın en büyük 2. tatlı su gölü konumunda. Bir de buna pek çok hayvanın göç yolu eklenince "karma" ortaya çıkıyor.

Solda çitaların, ortada zebraların, sağda zürafaların Afrika'daki yaşam alanı görülmekte. Açık renkler eski yerleşimlerini, koyu renkler ise zorunlu yeni yerleşimlerini göstermekte.
      Sadece Afrika'ya özgü pek çok canlının göç yolunda olan Victoria Gölü'nün korunması aslında bir insanlık sınavı. Çevre ülkeler fakirlikten kurtulmak adına bu muhteşem gölde aşırı balık avlamaya başlıyorlar. İnsan popülasyonunun aşırı artması ve balıkların da azalmasıyla aç kalan timsahlar insanlara saldırıyor. Tabi insanoğlu bu duruma en iyi bildiği tepkiyi gösteriyor. Daha fazla ölüm. Pek çok büyük kuruluş bu gölü insanların yaşam alanından kurtarmak gerektiğini belirtiyor. Peki ya orada yaşayanlar? Vakti zamanında Avrupa'da Tuna nehrinde, Çin'de Sarı nehirde, ABD de Missisippi de aynı kaderi paylaşmamış mıydı? Aynı olay geri kalmış bu ülke vatandaşlarına zorlu bir sınav haline getiriliyor. Ve belki de en acı soruyu sordurtuyor?
      "Yaşam alanlarımızı korumak için başka insanların ölmesine göz mü yummalıyız?"
      Seyahatinizi sonlandırmadan önce bir huzur bulamadıysanız Afrika'da tam olarak yapmanız gereken bir tatil yapmışsınızdır.
        Bizimle kalın, yeni yerleri keşfetmeye devam edelim...

Share:

22 Nisan 2013 Pazartesi

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ

" Yarayla alay eder yaralanmamış olan. 
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden.
Sen çok daha parlaksın çünkü...
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
Sen aydınlatısın geceyi." 




     Siyah beyaz, sıradan bir kasabanın, sıradışı insanlarının, sıradan hikayesi...

     Herkesin birbirinden farklı sıradışı özelliklerinin olduğu, bu durumun sıradan kabul edildiği bir kasabada geçiyor film. Daha ilk sahnelerde filmin ana karakteri Cemal, anahtarlarını evde unutuyor ve bunu almak için gayet doğal bir şekilde evin duvarından geçip anahtarını alıp geri dönüyor. Bu durumu, hollywood süper kahraman filmlerindeki gibi gürültülü bir gerilim müziği eşliğinde, duvardan geçme sahnesine filmin bundan önceki en az 10 dakikasını hazırlayıp, bunu bir mucize olarak seyirciye sunmuyor yönetmen, sizin de her gün yaptığınız kapıdan eve girme eylemi kadar doğal bir şeymiş gibi sunuyor bu durumu izleyenlere. Her karede farklı bir sıradışı insan filme dahil olup, filmin sıradan akışını etkilemeden sıradan hayatına devam ediyor. Herkesin farklı kişiliğe sahip olması kadar doğal karşılanıyor bu durum filmde. Köy kahvesinde okey oynayan dört insanın da süper kahraman olduğunu ve günlük dertlerden başka dünyayı kurtarmak gibi bir dertleri olmadığını, üstelik ege şivesiyle herhangi bir ege kahvesinde okey oynayan dört amcadan duyabileceğiniz bir muhabbet çevirdiklerini görüp, bu garip durumun doğallığına inanmanızı, "neye sıradışı der ki insan" diye bir an düşünüp, hayal gücünüzü kalıplardan kurtarıp, zihninizi özgür bırakmanı sağlıyor yönetmen. 
    Filmin en keyifli sahnelerinden bazıları da, arkada çalan, aynı zamanda Sukkar Banat filminin de film müziği olan, Mreyte ya Mreyte” ve Mehmet Erdem'in yorumladığı “Sevmek İçin Yaratılmış Gözlerde Yaşlar Niye” şarkıları eşliğinde, Cemal'in motoruyla tozlu kasaba yollarında ilerleyişinin şiirsel görüntüleri oluşturuyor.

    Filmin akışı içinde bir köylünün özelliğinin de ölümsüzlük olduğu anlaşılıyor ve ölümsüz olan bu köylü “ne yaparsan yap ölmeyeceğini bildiğin zaman artık seni engelleyen birşeyin kalmadığı ve bunun sonucu olarak da değer yargın, doğrun, yanlışın kalmadığı” şeklinde yakınıyor. Bu cümle aslında "The Man From Eart" gibi tadı damağımızda kalacak bir film ortaya çıkarabilecekken, yönetmen filmin sıradan atmosferine zarar vermemek için konuyu tadında bırakıp sıradan akışa devam ediyor.

     Çok başarılı kamera ve ışık kullanımı ile filmin doğa üstülüğünü basitçe yansıtmayı başaran yönetmen, siyah beyaz film çekmenin tüm sanatsallığını da sonuna kadar kullanıyor.

     Celal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi filmiyle absürd sinemaya başarılı bir örnek sunan Onur Ünlü, Sen Aydınlatırsın Geceyi filmiyle de bu alanda zirvede olduğunu kanıtlamış görünüyor.

    Sen Aydınlatırsın Geceyi filmi, yönetmenin kararıyla sinemalarda gösterime girmeyecek. Bu nedenle, her an her yerde özel bir gösterimle karşınıza çıkabilecek olan bu filmi eğer yakalarsanız asla kaçırmamanızı tavsiye eder, aydınlık geceler dileriz sevgili Hyposapiens okurları...





Share:

15 Nisan 2013 Pazartesi

Fenerbahçe'nin Yeni Taraftar Topluluğu: Angry Birds


Sarı Lacivertli Taraftarlardan Yeni Oluşum

Alınan başarısız sonuçların ardından kötü günler geçiren Fenerbahçe'de, GençFB taraftar topluluğundan kopan bir grup "Angry Birds" isminde yeni bir oluşum başlattığını açıkladı. 

"Artık Kendi Kanatlarımızla Uçmaya Çalışacağız"

 Grup adına açıklama yapan Hilmi Şimşek , Fenerbahçe'nin parça tesiri en güçlü taraftar topluluğunu kurduklarını belirtti. "Yıllardır GençFB'nin içinde ezildik artık kendi kanatlarımızla uçmaya çalışacağız" diye ekledi. 

 Bazı Taraftarların Gerçekten de Uçmaya Çalıştığı Tespit Edildi

Galatasaray Fenerbahçe derbisinin ardından şampiyon olduğunu sanarak sahaya atlayan bazı "Kızgın Kuşlar" sahada hızla koşarak havalanmaya çalıştı. Yerden 10 cm kadar havalandığı görülen bir kaç taraftar beraberliğin şampiyon olmalarına yetmediğini anlayınca tekrar yere kondu. Benzer bir tabloyu geçen sene de yaşayan Fenerbahçeliler geleceğe hala umutla bakıyor.

Share:
Scroll To Top